2004 yılında uzun bir dönem yurtdışında yaşadıktan sonra
Türkiye’ye döndüm. Dönmeyebilirdim; zira artık iyi kötü ekmeğimi
oralarda da çıkarabileceğimi görmüş, sağda solda yazılar yazar hale
gelmiştim. New York’ta bir iş bulmaz ya da büyük Amerikan
gazetelerinden birine kapağı atmak, ulaşılmaz bir hayal olmaktan
çıkmıştı.
Ama o dönem yurtdışında yaşayan birçok insan gibi ben de dönmeyi
seçtim. Türkiye zamanında hepimizin kaçtığı, o Manisa’da küçücük
çocuklara işkence yapacak kadar alçalan ülke olmaktan çıkıp,
nispeten cazip bir yer haline geliyordu. Gelişiyordu. Tüm dünyada
hissedilen bir rüzgârı vardı. 90’lar geride kalmış, Avrupa
Birliği’yle birlikte reform süreci başlamıştı. Ekonomi adeta
patlıyordu. Yabancı gazete ve dergiler, hemen her gün Türkiye’ye
övgüler düzmekteydi. İnsan hakları ve demokrasi gelişiyordu. En
önemlisi bombalar patlamıyordu; insanlar ölmüyordu.
Kısacası, geçmişin gelecek gibi olmayacağına dair umut
vardı, umut!..
Geçenlerde bir grup İranlı
akademisyenle konuşurken hatırladım bunları. Nasıl da
imrendim İranlıların özgüvenlerine, geleceğe dair
umutlarına...
İran ve Türkiye, yarım asırdır hep birbirine zıt istikamette giden
iki ülke. Şimdi onların yükseliş, bizim fetret
dönemimiz. Bizde beyin göçü yeniden
başladı. İran ise Batı’yla yaptığı nükleer anlaşma sonrasında hızla
dünyaya açılıyor. Batı, İran’la diyaloğa hevesli. İran da hazır;
gelişmiş kadroları, sofistike insan gücü var. Toplum değişim
istiyor; rejim de yavaş yavaş bunu kabullenmek zorunda kaldı.
Bundan sonraki 10 yıl zarfında, her sene biraz daha iyiye
gidecekler.