Seçimin üstünden bir hafta geçti. Bir haftanın bilançosuna
bakınca Selahattin Demirtaş’ın 7 Haziran
seçimine damga vuran “Seni başkan yaptırmayacağız” sloganının ne
kadar isabetli olduğu belli oluyor.
1 Kasım’dan bu yana, yani tam bir haftadır bu ülkenin tek ve temel
sorunu “başkanlık sistemine geçilsin mi geçilmesin mi” sorusundan
ibaretmiş gibi. Bu konu dışında dişe dokunur bir tartışmaya tanık
değiliz.
Meğer 7 Haziran seçiminin sonuçları başkanlığa yeşil ışık yakmadığı
için çöpe atılmış ve 1 Kasım’dan beklenen de başkanlığa yeşil ışık
elde etmekten ibaretmiş.
Gel gör ki 317 milletvekiline rağmen AKP’nin en tepesindeki zatın
(hani anayasada “bağımsız cumhurbaşkanı” olarak tanımlanan
zatın) istediği başkanlık
ışığı yemyeşildeğil, yeşilimtırak. Yemyeşil için
14 milletvekili daha gerek.
MHP’nin tepesindeki devletlû siyasetçi tepetaklak
giderse, kendisinden arta kalan 39 milletvekilinden başkanlık için
14 milletvekili ayarlanabilir mi?
Bence olabilir.
Ama tersi de mümkün.
Ama o zaman devletlû Devlet
Bahçeli MHP’nin başına kazık kakar, 39 milliyetçi
yiğit de onun eteğine sımsıkı yapışırsa Tayyip
Erdoğan’ın başkanlık düşü ve tutkusu suya mı
düşecek?
Demek ki bir de HDP cephesini yoklamakta, oraya bir zoka atmakta
yarar olsa gerek.
Nitekim AKP’nin siyaset bezirgânları o oltayı sallamış ve zokayı
yutturmuş olmalılar ki HDP saflarında tartışılacak başka konu
kalmamış gibi “Başkanlık olmalı mı, olmamalı mı” sorusu
tartışılmaya başladı.
Kapıyı Dengir Mir
Fırat ile Celal Doğan gibi
Kürt siyasal hareketine sonradan eklemlenmiş iki siyasetçi açtı.
Sanki derin araştırmalar yapmışçasına konuştular: “Meksika ve ABD
başkanlık sistemi olursa olur, ama Türk tipi başkanlık sistemi
olmaz.”