Çalıştığım, patron izin verdiği kadar da
yönettiğim bir gazetede, Kıbrıs’a “Barış
Harekâtı” adı verilen askeri müdahalenin ikinci
aşamasında, oraya kalıcı olarak gidildiği belli olunca,
habere “Silahla barış götürmek” gibi
“ironik” bir başlık attım.
Ve kovuldum...
Ulusal çıkarlara aykırı yayın yaptığım kanısına
varılmıştı.
“Ulusal çıkar nedir, ne değildir” gibi
bir tartışmaya -akademik ya da felsefi bağlamda bile- savaş
koşullarında yer olamazmış. “Türkiye tek yürek” olmalıymış
ve medya da buna hizmet etmeliymiş...
Etmeyeni de kapı önüne
koyarlarmış...
Zaten öyle yaptılar...
***
Yine bir savaş ortamındayız.
Doğru habercilik yapmak, ancak yapayım derken
gazeteyi akbabaların didiklemesine fırsat bırakmamak
gerek.
Yani haber ya da yorum yazarken, bırakınız
paragrafları, cümleleri, tek tek sözcükleri bile kuyumcu
terazisinde tartmak gerek.
Mesela önceki gün, Afrin harekâtı başladığı
saatlerde Diyanet İşleri Başkanlığı, bütün camilerde yatsı ve sabah
namazlarında “Fetih Suresi”nin okunmasını
istedi.
Bunun tırmıklanabileceği
kanısındayım.
HDP’den milletvekili seçilmiş, eski Diyarbakır
Müftüsü Nimetullah Erdoğmuş’un
itirazını Kuran yorumuna dayandırıp “Fetih, savaşın
değil barışın karşılığıydı” yollu açıklamaları bana hayatı ve
gerçeği zorlamaktan öte bir anlam ifade etmiyor.
Fetih, benim bildiğim, bir başka ülkeyi,
kenti, kaleyi askeri güçle ele geçirmek demek. Buna savaş
deniyor. Barış denmesinin de mümkün olamayacağı
kanısındayım. Bunu uzun uzun açıklayabileceğimi de
sanıyorum.
Gel gör ki...
Gel gör ki elimdeki kuyumcu terazisi “Sakın
haaa!” diyor; başka da bir şey demiyor...
Peki. Vazgeçtim. Bunu
yazmayacağım...
***
Afrin’de Kürt, Arap, Türk(men), Süryani,
Ermeni, Maruni halklar yaşıyor. Suriye’nin kuzeyinde, Türkiye
sınırında kanton (ya da eyalet ya da özerk bölge) statüsü
edinmeyi önlerine hedef olarak koymuşlar. Kabul, bu hedef
belirlemede Kürt damgası belirgin ve baskın. Kürt kesimini de PYD
ve onun silahlı kolu YPG temsil ediyor.
Peki, böyle bir gelişme Türkiye için neden bir
tehlike?
Belki benim bilmediğim, aklımın ermediği bir
neden vardır. Ama bugüne kadar bu konuda beni ve benim gibi pek çok
kişiyi ikna eden bir gerekçe, bir kanıt ortaya konmuş, konabilmiş
değil.
“Eğer orada bir Kürt devleti,
devletçiği, bağımsız kantonu filan oluşursa bu
Türkiye’deki Kürtler için bir çekim merkezi olur ve
Türkiye’nin bölünmesinin önü açılır” yollu yazılar,
derin analizler okudum.
Bu görüşe karşı Öcalan’ın
Ortadoğu’da dört ülkeye serpilmiş Kürtler için önerdiği ve
“demokratik konfederasyon” diye adlandırdığı
modelden söz etmek mümkün. Keza Selahattin
Demirtaş’ın anayasa referandumu boyunca bıktırırcasına
yinelediği “Bir ulus devlet kurmak, Türkiye’den
kopmak gibi bir niyetimiz de, hedefimiz de
yok” cümlelerini hatırlatmak da mümkün. “Bu sözleri
bir tartışsak” diye önermek yararlı...
Gel gör ki...
Gel gör ki elimdeki aşırı hassas kuyumcu
terazisi, “Sakın ha, savaş halindeyiz, şimdi bu
tartışmaların, bu hatırlatmaların sırası değil.
Kendinin de, gazetenin de başını belaya
sokma” uyarısını önüme koyuyor...
Peki. Vazgeçtim. Bunu da
yazmayacağıım.
***