Bugün yazı günüm olmasa hiçbir güç beni
bilgisayar başına oturtamazdı. Beni karşı bakkala kadar bile
gidemeyecek hale getirmiş belimin ağrısı olmasaydı hiçbir güç beni
evde, İstanbul’da tutamazdı.
Dışarıda, Sakarya - İzmit yolunda on binler
yürüyor ve garibim Aydın Engin hamam sıcağından
beter bir odada, masa başına çökmüş yazı gününü kurtarmaya, bir
Tırmık kotarmaya çalışıyor.
Ne diyeyim?
Çocukluğumdan kalma, türkü müydü, tekerleme
miydi bu kafayla çıkaramayacağım bir cümle kafamda
turlamakta:
“Kara bahtım, kem talihim; ağustosta suya
girsem balta kesmez buz olur”...
Valla “balta kesmez buza” razıyım.
Oysa şu anda cumartesi günkü Tırmık’ta başlığa oturan
“ter dereleri” terfi etmişler; dere irisi, ırmak küçüğü
“çay”a dönüşmüş, ha bire sırtımdan aşağı
akıyorlar.
Bense bir yandan “Oğlum Aydın Engin, bak
Cumhuriyet’te kapı yoldaşın Zeynep
Oral arkadaşın da dün o boğucu sıcakta,
sıvılaşmış asfaltta yürüdü. Onun da beli ağrıyor ama yürüdü işte.
Haydi davran” diye kendime nafile yere gaz
veriyorum.
Nafile dedik ya...
Salt bel ağrısı da değil. Benim gibi safkan bir
Ege çocuğunu, hem de Ege’nin “En Ege”sinde, Küçük Menderes
Ovası’nın dibinde, Ödemiş’te doğup büyümüş birini bile yıldıran,
pelteleştiren bir çöl sıcağı dışarıda ve içeride kol
geziyor.
Kendimi “Acaba duşa içi buz dolu bir
plastik torba bağlasam; sonra o torbaya iğne ile küçük delikler
açsam; duştan buzlu sular akıtabilir miyim” yollu
“Zihni Sinir projeleri”
üretirken yakalıyorum.
Ustalarımın öğütlerindendir: “Oğlum konu
sıkıntısı, yazı kabızlığı çekiyorsan, trafik yaz, havadan söz
et, araya bir iki fıkra sıkıştır”
derlerdi.
O da nafile... Bu kafayla onu bile
beceremeyeceğim...