Kısa, yalın ve soğuk bir cümle yazarsınız:
Tektaş Ağaoğlu öldü… Sonra ardından bir anılar
seli boşalır…
Tektaş Ağaoğlu:1917 Ekim Devrimi’nin arifesinde
ve sırasında Azerbaycan’da Türk milliyetçiliği ile devrimin
gitgelleri arasında roller üstlenmiş, ünlü yazar, siyasetçi,
gazeteci Ahmet Agayev’in (Ağaoğlu) torunu; 1950’de
ilk serbest seçimlerle iktidara gelen Demokrat Parti’nin güçlü
siyasetçisi, Menderes hükümetlerinin değişmez
bakanlarından Samet Ağaoğlu’nun oğlu.
Böyle bir ailenin iyi, çok iyi eğitim
fırsatları elde etmiş, Oxford Üniversitesi’nde hukuk okumuş, BBC’de
uzun yıllar redaktör olarak çalışmış bir “entelektüel”
yurtdışı macerasına nokta koyup ülkesine döndüğünde ne
yapar?
Kabul edin ki önünde bütün kapılar açıktır
onun. İktidar ya da ana muhalefet partisinden milletvekili de olur,
müsteşar da olur, bakan da olur, önemli bir kamu kurumunda genel
müdür de olur.
Ne isterse o olur…
O komünist olmayı
seçti.
Şimdi okumaya kısa bir ara verin ve bu zorlu ve
soylu “tercih” üstüne biraz düşünün…
***
Dostoyevski, Şolohov, Erich Maria
Remarque, Charles Dickens onun Türkçeye kazandırdığı
başyapıtlardır. Tamam, bu biliniyor. Buraya sığmayacak sayıda irili
ufaklı çeviriler de cabası. Tamam, bunlar da biliniyor.
Pek de bilinmeyene ben tanıklık edeceğim.
Çeviri ve Türkçenin incelikleri onun için sahici bir tutkuydu. Tek
bir sözcük üstüne mide krampları ile kıvrandığının dolaysız
tanığıyım.
Bir örnek: Şolohov’un Durgun Akardı
Don “nehir romanı”nı çevirirken
“sigara” mı, “cigara” mı demeli üstüne günlerce
kıvrandı. Sonunda “Anadolu köylüsü cigara dediğine göre Don
kıyılarının Kazak köylüleri niye sigara desinler ki” diye
sordu ve cigara da karar kıldı.
***
12 Mart’ın utangaç faşizminin ardından
Türkiye solunun yol arayışlarına Yeni Ortam gazetesindeki köşe
yazılarıyla katıldı. Ben yazıişleri müdürüydüm. O köşe yazarı oldu.
Tektaş Ağaoğlu titizliğinde bir yazar yazıişleri müdürlerinin baş
belasıdır. Dizilmiş yazılarını gazeteye girmeden kısa süre önce
satır satır okur, düzeltirdi. Onun titizliğine itiraz ettiğim bir
gün o yumuşak üslubuyla kükredi:
-Anlamıyorsun anacığım. Noktalı virgül
önemlidir. Virgül başka, noktalı virgül başka”.
“Baktın deli, dön geri” deyip baskıya
hazırlanan gazeteyi biraz geciktirip virgülü, noktalı virgül yaptık
da dilinden ve elinden kurtulduk…
Elmadağ’da, Dolapdere’ye inen caddenin başında
komşumdu. Pencerelerimiz pencerelerimize bakıyordu. Pencereden
pencereye şarap şişesi, konyak bardağı gösterip, bekleyen işleri
erteleyip birbirimizi kaç kez baştan çıkardık bir
bilseniz.
Türkiye Sosyalist İşçi Partisi’nin (TSİP)
kuruluşunda yoldaşlık yaptık. Partinin organları İlke ve Kitle’nin
yayınında omuzdaşlık da yaptık, tartıştık, itişip kakıştık da,
çıkardığımız yayını, koyduğumuz ya da yazdığımız yazıları beğenip
kendimize şarap ziyafetleri de çektik…
1980 sonrasında yurtdışındaydık. O İsviçre,
Zürich’te, Oya Baydar ve ben Almanya Frankfurt’ta…
Sık değil ama çok buluştuk. Hele birinde, Davos’ta buluştuk.
“Hep dünya kapitalizminin elebaşıları buluşacak değil ya, bu
defa da Marksizmin neferleri buluşsun Davos’ta” deyip
gülüştük…
***