Kaçamak tatil bitti. Yüreğinin bir yerinde
oturmuş ve ha bire kendini hatırlatan “Beş
arkadaşın Silivri’de volta atıyor;
gazetedeki genç arkadaşların kan ter
içinde sayfaları kotarmaya çabalıyor ve
sen kısacıııııık da olsa tatil
yapıyorsun. Cık, cık, cık!” diyen
o berbat
suçluluk duygusu eşliğinde beş gün boyunca
kendimi kalafata çektim. Yaşlı tekne öyle üstünkörü bir kalafatla
eski haline dönecek gibi değil ama, ne yaparsın, kaşığında çıkanı
yiyecek
ve “doydum” diyeceksin....
Ben de öyle yaptım
zaten.
Dönüş için karaya ayak bastığımda, o küçücük
Akdeniz kasabasında beni tanıyan biri “Hoş
geldiniz Engin Bey”
dedi; “Yok, gidiyorum. Güle güle
demelisiniz” diye düzelttim. O da düzeltti;
sonra da ekledi:
- Güle güle, yine bekleriz. Yalnız
bizim burada bazı koylarda internet
çekmiyor.Biz de Cumhuriyet’i okuyamıyoruz.
Şuna bir çare
bulsanız...
Tam da kasabanın gazete bayiinin önündeyiz ve
basılı Cumhuriyet rafın en tepesine kurulmuş gelene geçene göz
kırpıyor.
Yutkundum, dilimi
tuttum, “Peki, İstanbul’a
döner dönmez internetle
konuşurum, düzelttiririm” dedim.
Adam ciddi ciddi teşekkür
etti.
Böylece betona kesmiş tatil beldelerini kâh
denizden, kâh karadan gözleyerek ve içimden okkalı küfürler
savurarak tatili tamam ettim; İstanbul’a, betonun başkentine
döndüm.
***
Ama tatile de doymadım. O yüzden siz bu
satırları okurken ben bir günlüğüne “Silivri
Ceza ve İnfaz Kurumu” adlı tatil köyüne
gidiyorum.
Becerebilirsek, başarabilirsek orada kalan beş
arkadaşımıza “Haydi bakalım