Kendi kendime “hiç 'arifimiz' kaldı mı?” diye sorduğumda aklıma gelen ilk isimdi Akif Emre…
Akif Emre bir “entelektüel” değildi, bir “aydın” da değildi; bir münevverin ise çok çok ötesindeydi. Akif Emre, bir “arif”ti.
Bir entelektüel kadar bilgiliydi, bir aydın kadar yerliydi; ancak Akif Emre, bilgisini, donanımını, sarsılmaz bir ahlak ve maneviyat temeli üzerine inşa etmişti.
Çizgisi çok netti. O çizgiden hiç çıkmadı. Yalpalamadı. Rüzgara göre yön değiştirmedi. Eğilmedi, bükülmedi, kırılmadı.
Popülizm hastalığına, şöhret tuzağına kaptırmadı kendisini. Televizyonun, sosyal medyanın cazibesine kapılıp izlenmek, takip edilmek adına kendisi olmaktan çıkmadı.
İstese, mutlaka çok para kazanabilirdi. Belediyelerin, derneklerin, vakıfların, grupların, cemaatlerin suyuna gidip, onların hoşlanacağı sözler söyleyip, onların kapısında proje kovalayıp refah içinde bir hayat sürebilirdi.
Fikrin ve fikrinin namusunu en başından en sonuna kadar sımsıkı muhafaza etti.
Kalemini, gücün, şöhretin ve paranın tasallutuna teslim etmedi.
Giderken, rahmet-i Rahman'a vasıl olurken, arkasında ibretlik bir kare bıraktı: Bir bardak su, yarım bardak çay ve yarısı yenmiş bir poğaça.