“İslamî tiyatro olur mu olmaz mı” tartışması daha bir yere bağlanamadan hayatımıza televizyon girdi. Uzunca bir süre de “İslamî televizyon olur mu olmaz mı” tartışması yapıldı. (O zamanlar evine televizyon sokmayan güzel abilerin sayısı şimdikinden çoktu.) Televizyon tartışması da daha bir yere bağlanamadan, 90’lı yıllarda, “bizim” televizyonlarımız yayına başladılar.
Devlet televizyonunda haftada bir, Perşembe akşamları, Asaf Demirbaş’ın sunduğu İnanç Dünyası programı olur, onda da “pekmezin faydaları” türünden sıkıcı sohbetler dönerdi. “Bizim” televizyonlar ise Besmele’yle, Kur’an-ı Kerim’le açılıyor, farklı sohbetler, farklı vaazlar sunuluyor; 24 saat helale ve harama riayet edilerek yayın yapılıyordu. Devlet ve özel kanalların tek tip haberler verdiği bir dönemde “bizim” televizyonlar bin bir meşakkate katlanarak gerçek haberler aktarıyorlardı.
Hakkını teslim edelim: Kanal 7 olmasa, 28 Şubat darbesinin tahribatı çok daha ağır olurdu.
“Bizim” televizyonların sayısı çoğalınca, kanallar arası rekabet başladı. Ayrıca reklam pastasından pay almak, bunun için de reytingi artırmak gerekiyordu. Kur’an, ilahi, vaaz yayınlayarak reyting artmıyordu. Tesettürlü-tesettürsüz kadın sunucu, şarkı-türkü, çalgı-çengi derken eğlence programları ekranları kaplayıverdi. Mahremiyet hızla irtifa kaybetti. Sınırlar esnetildi. Helal-Haram dairesinin yarıçapı epeyce ama epeyce uzatıldı.
“Bizim” televizyonlar, toplumu, televizyonculuğu dönüştürmek iddiasıyla ortaya çıkmışlardı; televizyonculuk ve show business “bizim” televizyonları dönüştürdü. Televizyonlarımız dönüşünce, toplum da dönüştü. Değer yargıları, edep, ahlak anlayışı ciddi erozyona uğradı. Taviz tavizi getirdi. Gayri meşrular tek tek “meşrulaşmaya” başladı.
80’lerde, tek kanallı Türkiye’de, Dallas isminde bir Amerikan dizisi her hafta evlere giriyordu. Dizi, ahlak anlayışımızı ve aile yapısını ciddi manada tehdit ediyordu.