AK Parti ve Erdoğan karşıtı blok işin en başında doğru bir stratejiyle sahneye çıktılar: Cumhurbaşkanlığı için tek bir ortak aday belirleyecekler, bu aday da Erdoğan karşıtlarının olduğu kadar AK Parti içinden de oy koparacak ve belki ilk turda yüzde 50’yi geçecekti. En uygun aday eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’dü. Yoğun trafik yaşandı, anlaşma noktasına gelindi ancak Meral Akşener “ben aday olacağım” diyerek bu stratejiyi bozdu.
Bu strateji iş yapabilirdi. 16 Nisan Halkoylamasında yüzde 48,5 almış “Hayır” cephesi, Abdullah Gül ile “Evet” cephesinden 1 milyon oy koparabilir, sonuca ulaşabilirdi.
Gül’lü ittifak gerçekleşmeyince muhalefet yeni stratejiye geçti: Her parti kendi adayını çıkaracak, Saadet Partisi de aday gösterecek, Erdoğan yüzde 50’nin altında kalıp seçim ikinci tura kalınca muhalefet adayı üzerinde ittifak yapılacaktı.
Bu yeni strateji, muhalefet partilerine “muhafazakâr” görünme zorunluluğu getiriyordu. Hem birbirlerinin tabanlarını kırmayacak, hem de muhafazakâr görünümleriyle AK Parti ve MHP tabanından oy alacaklardı.
Muharrem İnce ve Meral Akşener bu “muhafazakâr görünme” rolünü gerçekten iyi oynadılar. Akşener başından, boynundan ve elinden tülbenti eksik etmezken, “tülbent devrimi” derken, Muharrem İnce de camiden fotoğraflar paylaştı, her gün Cuma namazı kıldığını, Yasin okuduğunu söyledi, Ramazan boyunca ağzına su bardağı ve alkol kadehi almaktan özenle kaçındı.
Elbette seçmen bu numaralara şerbetliydi. İnce’nin ya da Akşener’in rol yaptığını seçmen de görüyordu. Ancak en azından, karşısında klasik ”kibirli laik-Kemalist” politikacı figürü görmüyordu.