“Trol” ve “trollük” kavramlarıyla şahsen ilk karşılaşmam Gezi Olayları sırasında oldu.
2013 yılı Mayıs ayı sonlarında sosyal medyadaki yüzlerce hesap, “kod isimler” altında terör estirmeye başladı. Gezici trollerin belli merkezlerden yönetildiği, arkalarında bir ya da birkaç reklam ajansının bulunduğu, operasyonlarını belli bir strateji doğrultusunda yaptıkları besbelliydi. Sosyal medya üzerinden yalan haber yayıyorlar, asılsız fotoğraflar kullanıyorlar, iftira atıyorlar, linç ediyorlar, saf solcuları tahrik ederek sokağa ve çatışmaya yönlendiriyorlardı. Milyonlarca takipçisi bulunan ve birkaç mesajla sokakları karıştıran bu hesapların önemli bir kısmı FETÖ tarafından yönetiliyordu.
Gezicilerin sosyal medya terörünü o günlerde bizim cepheden, yani “millet cephesinden” sadece bir avuç trol göğüsledi.
O zamanlar troller şimdiki gibi “ahlaksız” değillerdi.
En başta eski troller bağlantısızdı. Genç, dinamik, heyecanlı çocuklardı. Parti teşkilatlarında barınamamış, disiplin altına girememişlerdi. Ele avuca sığmıyorlardı. Parayla pulla işleri yoktu. Recep Tayyip Erdoğan’ı karşılıksız sevmiş, kendilerini O’na ve davaya adamışlardı. Klavye kahramanı değillerdi. Mitingse miting, kavgaysa kavga, mücadeleyse mücadele… Sokakta da varlardı, klavye başında da. Her türlü saldırıyla göğüs göğüse mücadele ediyorlardı. Fedakardılar. Erdoğan “öl” dese seve seve canlarını verecek kadar serdengeçtiydiler. Koca koca adamların sustuğu, korktuğu, çekindiği, saklandığı anlarda bütün gövdeleriyle ortaya çıkıp sarsılmadan Erdoğan’ın arkasında duruyorlardı. Sözlerini sakınmıyorlardı. Denge gözetmiyorlardı. “Ortada bir kavga var, bu kavgaya girilecek” diyor ve sonlarını düşünmeden giriyorlardı.
Gezi’den sonra bu troller 17/25 Aralık darbe girişimine ve sonrasındaki sürece de aslanlar gibi direndiler. FETÖ’nün adeta kabusu oldular. “Muhterem Hocaefendi Fetullah Gülen” algısını kısa sürede paçavraya çevirdiler, maskeyi düşürdüler.