Bir Orhan Pamuk kitaplarını sonuna kadar okuyamadım, bir de Nuri Bilge Ceylan filmlerinin sonunu getiremedim. Yok, hayır. Popüler olana, ödüllü esere burun kıvırma artistliği içinde değilim. Çok denedim. Olmadı. Örneğin, “Bir Zamanlar Anadolu’da” filmini dişlerimi sıkıp izlerken, o elmanın ağaçtan düşüp yuvarlanmasını, yuvarlanmasını, yine yuvarlanmasını görünce tahammül edemeyip ekranın başından kalktım.
Önceki akşam, sadece iyi bir siyasetçi değil, aynı zamanda sanatsever de olan sevgili Fatih Şahin, deyim yerindeyse silah zoruyla bizi aldı, Nuri Bilge Ceylan’ın yeni filmi “Ahlat Ağacı”na götürdü. Neyse ki sinema salonunda sadece biz 5 arkadaş vardık. Arada bir salonda volta atarak, arada salondan çıkıp hava alarak 3 saat 8 dakikalık ıstıraba katlanabildik.
Yanlışlıkla gittiğim ya da zorla götürüldüğüm böyle lümpen entel filmlerden çıkınca sinema salonunu koşar adım terk ederim. Seyircilerden birinin, “üstat, yönetmen o sahnede Tarkovsky’nin alter ego imgelemine sinema diliyle gönderme yapıyor” tarzı saçmalıklarına kazara bile olsa maruz kalmak istemem. Ancak Ahlat Ağacı filminden sonra oturdum, kimin neler yazdığına baktım. “Şeyh uçmaz mürit uçurur” sözünün tasavvuf dünyasından ziyade sanat dünyasına hitap ettiğine bir kez daha şahit oldum. (Bir de siyasi demeçlerde olur bu: Siyasetçinin söylediği söz, piyasada dolaştıkça derinlik kazanır, öyle ki sarf ettiği söze siyasetçi bile hayran kalır.) Ahlat Ağacı filmi üzerine yazılanları da büyük bir şaşkınlıkla, “Yav meğer biz ne izlemişiz de farkında değiliz” ezikliğiyle okudum. Benzeri yönetmenler gibi Nuri Bilge Ceylan’ın da bu yazılanları okuyup “meğer ne film yapmışım be” diye kendisine hayran olduğunu kestirebiliyorum.
Hakkını da teslim edelim: Ahlat Ağacı filminin senaryosu oldukça başarılı. Üniversiteden yeni mezun olmuş bir gencin, taşrada, kitabını bastırmak için verdiği mücadele ve babasıyla olan ilişkisi anlatılıyor. Filmin bir yerinde, taşralı genç yazar rolündeki Sinan için dayanamayıp “deli, psikopat” diye bağırdım; filmin sonlarına doğru Sinan’ın annesinin, “Sana deli diyenler oldu ama ben aldırmadım” sözüyle senaryoya hayran kaldım. Sinan’ın taşralı ünlü yazarla olan diyaloğu, dedesinin ezan okumaya giderken ninesiyle yaptığı konuşma ve imamların sohbeti gerçekten iyi işlenmiş. Özellikle Sinan ile
imamların dakikalar süren sohbeti konulara ve o yaşam tarzına vakıf birinin elinden çıkmış. Benimkisi vehim değilse eğer, senarist, imamların diyaloglarıyla kafa bulmuş.
İyi de, 3 saat 8 dakika boyunca bir gencin kitap basma sevdası ve babasıyla ilişkisi mi anlatılıyor? Evet, bu anlatılıyor. Bitmek tükenmek bilmez diyaloglarla, kıvrılıp giden yol görüntüleri, yaprak hışırtıları, kar tıpırtıları, çiçek-böcek kıpırdanmalarıyla film sündükçe sünüyor. Günlük yaşama ilişkin ne kadar detay varsa bir çuvalın içine doldurulur gibi ekrana dolduruluyor. Kimse kusura bakmasın, Recep İvedik filmlerinin “entelleştirilmiş” bir versiyonundan başka bir şey ortaya çıkmıyor. (Yandaki sinema salonundan gelen gürültülü patırtılı filme iç geçirdiğimi de ekleyeyim.)