6 Şubat depremi, Türkiye’nin felsefecilere, sanatçılara, ilahiyatçılara, özgür bir düşünce ve tartışma ortamına ne kadar büyük ihtiyacının olduğunu tekrar gözler önüne serdi.
“Ne alakası var?” dediğinize eminim. İzah etmeye çalışayım…
17 Ağustos 1999 depreminden sonra olduğu gibi 6 Şubat depreminden sonra da ülke olarak müteahhitleri, binaları, betonu, çimentoyu, demiri, inşaatı konuşuyoruz. Bunları elbette konuşacağız; ancak bunları konuşurken meselenin esasını, temelini ıskaladığımız da bir gerçek.
Her fırsatta ecdadımızla, şanlı tarihimizle, kurduğumuz medeniyetlerle iftihar ediyoruz. O kadim medeniyet içinde ecdadımızın yaşanabilir, estetik, huzurlu, güvenli şehirler kurduğunu da biliyor, o muhteşem şehirlerle de övünüyoruz.
İstanbul’da, Bursa’da, Konya’da, Mardin’de, Kastamonu’da, Ankara’da ve daha birçok il ve ilçemizde Osmanlı-Selçuklu dönemlerine ait şehir örnekleri muhafaza ediliyor. Yenilenmiş bu şehir kalıntılarını turist edasıyla gezerken muhteşem bir ecdadın torunları, muhteşem bir tarih ve medeniyetin mensupları olduğumuz için böbürleniyoruz. Taşa, kerpice, ahşaba, avlulara, hayatlara, sofalara, seyvanlara, çardaklara, küpeştelere...