Her şeyin birbirine karıştığı, oyun içinde oyunun olduğu günlerden geçiyoruz. Zalimler, merhamet dersi vermeye çalışıyor. Katiller, ‘barış elçisi’ olarak sunuluyor. Hal böyle olunca: Bize düşen, basiretimizi kaybetmemek ve önümüze konulanı değil, gözümüzden kaçırılmak isteneni tercih etmektir.
Biz, düşmanımız olsa dahi, masum, silahsız ve savunmasız insanlara saldırmayız. Saldıranı da ‘bizden’ kabul etmeyiz. Buna rağmen bazıları “İslam’ın kılıç dini” olduğunu söylüyor. Eğer bu doğru olsaydı, Balkanlar’da bir tane Hıristiyan kalmazdı. Osmanlı tarihini okuyanlar bilirler ki, eğer Boşnaklar isteseydi, şuan yeryüzünde bir tane Sırp kalmazdı. Ne var ki, bugün İspanya’da bir tane Endülüslü Müslüman kalmamıştır.
Nurettin Topçu şöyle söyler: “Kalbe yapılan ilk aşı, merhamet aşısı olmalıdır.”
Bu anlayışın en önemli temsilcilerinden olan Osmanlı askerleri, kendisine silah çeken, hasmını yaralayıp saf dışı bıraktıktan sonra, onu iyileştirmek için tüm imkânlarını seferber etmiştir.
İnsan, düşmanına acır mı? Evet, acır. Düşmanına da acır. Nitekim Müslümanlar, katillere ve kâfirlere acımıştır. Mesela, İkinci Haçlı Seferi… Selçuklu Sultanı Mesud, Roma - Cermen İmparatoru Üçüncü Konrad idaresindeki Haçlı ordusunu, Eskişehir yakınlarında perişan eder. Konrad, İzmit’e kaçıp, canını zor kurtarır.