Zekâ, edebiyat, birikim...
Hayal gücü...
Zengin ve kıvrak bir dil...
Cesaret...
Orijinallik...
Her şey var onda.
En çok da vicdan ve adalet duygusu.
Sesi duyulmayanların sesi oldu yıllarca Ece Temelkuran.
Benim çok sevdiğim bir kalem.
Şu anda bir yerde yazamıyor olmasının da zerre kadar önemi yok. Ece
hep var.
Can Yayınları, mesleğe başlamasının 20’nci yılını fırsat bildi,
bütün kitaplarını tekrar bastı, ben de bunu fırsat bildim,
kendisiyle röportaj yaptım.
Yaşasın Ece Temelkuran!
Yaşasın kadınlar!
Hürriyet
Tebrik ediyorum seni. 20’nci yılını kutluyorsun. Nasıl bir yirmi
yıldı? Geriye baktığında ne görüyorsun?
-Gazetecilik, yazarlık, artık ne dersen de, işin kendisi, işin en kolay tarafı. “Git Lübnan’a, git Suriye sınırına!” Bunlar heyecanlı, dinlendirici ve insanı tazeleyici şeyler. Yapmayı sevdiğin için de zaman sular seller gibi akıyor. Ama itiraf etmeliyim ki bu 20 yıl içinde, işin etrafındaki olaylar yorucuydu. Hakkımda söylenenler, yapılanlar, yapılmayanlar, o bölümü düşününce, ihtiyarlamış gibi hissediyorum. Ya da şöyle diyelim: Fazla büyümüş gibi...
TARAFSIZ OLMAYI HİÇBİR FİKRİN OLMAMASIYLA KARIŞTIRIYORLAR
Sen çok yönlü birisin, edebiyatı, gazeteciliği ve tabii ki aktivistliği birlikte yürüttün. “Ne yaptım ben bu 20 yılda”ya senin verdiğin cevap ne?
-Aslında yaptığım şey hep aynı. Çok yönlülük filan da değil. Ben
bir hikâye anlattım, 20 yıldır hep hikâye anlatıyorum. Bunu
gazetede de yaptım, kitapta da yaptım, şiirde de, sokakta bağırarak
da. Hep de sesi duyulmayan insanların hikâyesini anlatmayı tercih
ettim. Bu da aktivistlik gibi gözüktü. Halbuki gazetecilik öyle bir
şey zaten. Herkes, bu objektif gazetecilik meselesinin üzerinde
duruyor. Tarafsız olmayı, hiçbir fikrin olmamasıyla karıştırıyor
insanlar. Gazeteci, sesi olmayanların tarafındadır. Bu anlamda
taraf tutar zaten. Ondan sonra, onu nasıl yaptığıyla ilgili bir
objektifliği olabilir tabii ki.
Peki şimdi?
- Artık öyle bir dönemdeyiz ki, gazeteciliğin kendisine harcadığın enerjiden çok, neyi yapmaman gerektiğini düşünmen gerekiyor. İnsanlar neyi bilmeleri gerektiğini düşünmüyorlar. “Neyi bilmesek daha rahat ederiz!” diye düşünmeye başladılar. Enerjimizi en çok buna harcıyoruz ve kendimizi sürekli duyarsızlaştırmaya uğraşıyoruz.