O, herkesin hayal ettiğini yaptı. Başarılı bir kurumsal hayatı varken, Seferihisar’da çiftçi olmayı, kendini toprağa ve zeytine adamayı tercih etti. Ve çok mutlu. O kadar da güzel anlatıyor ki insan imreniyor.
Bize de diyor ki: “Tutmak mı, bırakmak mı? Bırakmazsanız yeni bir şey tutamaz, ilerleyemezsiniz. Her zaman başarılı olacaksınız diye bir şey de yok. Nasılsa, doğduk öleceğiz, arada anlatacak hikâyeleriniz olsun...” Son derece derin, alçakgönüllü, sade ve bilge bir kadın. Eşi Fatih Portakal’la çok yakışıyorlar. Kitabı, ‘doğma yavrum dünya çok kalabalık’ da 4. baskıyı yaptı...
- Siz, çoğumuzun hayal ettiği bir hayatı yaşıyorsunuz. Seferihisar’da bir çiftliğiniz var. Zeytine hayransınız, zeytinciliği öğreniyorsunuz. Enginar olayına giriyorsunuz. Güneşte pişirilen doğal reçeller yapıyorsunuz. Sizi kıskanmayalım da ne yapalım... Şimdi soruyorum: Bu hikâye nasıl başladı?
Benim öyle büyük, özel bir hikâyem yok. Birkaç sene önce Seferihisar’da bir arazi aldık. İçinde de şahane zeytinler vardı. “Burası atıl kalmasın. Üreten bir yer olsun, toprağın bereketini küstürmeyelim, öncelikle kendimiz sağlıklı yaşayalım, sağlıklı beslenelim” dedik ve kolları sıvadık. Tencere boyu başladık. Hikâyemiz bu...
- Adı bile güzel...
(Gülüyor) Adını, Torlak koyduk, “genç, acemi ama güçlü” anlamında. Beni de yansıtıyor aslında. Bu yaştan sonra çiftçiliği öğreniyorum çünkü...