TUHAF bir şey ölüm.
Hem hiç şaşırmıyorum.
Sanki DNA’mıza kazılı, “Sen ölümlüsün!”, tüm hücrelerimle
biliyorum.
Hem de çok şaşırıyorum.
Sanki biz ölümsüzmüşüz de, birileri ölünce, “Allah Allah” diyorum,
“Nasıl ölür?” diyorum. Bana öyle geliyor ki, kendi ölümüme de
inanamayacağım: “Nasıl yani? Şimdi mi? Ölüm, bu mu? Ben gerçekten
gidiyor muyum?”
Ama kazık çakacak halimiz yok.
Gidiyoruz bir yere.
Engin Bey de gitti işte.
Haliyle insan merak ediyor: O kim bilir neler hissetti? Zihin ne
kadar yerinde oluyor? Neleri algılıyor? Korku ne durumda oluyor?
Gideceği yerden korkmayan var mıdır? Buram buram yalnızlık
hissetmeyen var mıdır? Nereye kadar neyi hissediyorsun?
İkili intiharlar da bana hüzün veriyor, birlikte gitmeye karar
veriyorsun, bir noktada ayrılıyorsun. Ne kadar birbirini seversen
sev, geceleri sarıl, hatta kaşık gibi sarıl, uyurken de ayrılıyor
musun?
Yoksa her gece, uykuda ölüyor muyuz? Ya da ölüm, doğumdan önceki
yer mi?
Zor sorular.
Bir de o kadar hızlı ki artık hayatımız, ölümü bile düşünmeye
vaktimiz yok!
Her yere geç kalıyorum ben, 780 bin işi aynı anda halletmekten;
ben, benim cenazeme geç kalanları da anlayışla karşılarım.
Öyle bir dünya artık.
Ölüm, gelmeli mi her gün aklımıza?
Kaç kere geliyor peki?
İşim var ölemem, çok meşgulüm ölemem, iş yetiştiriyorum ölemem!
Ateist bir akrabam vardı, inanılmaz çok severdim, “Ölünce tabii ki
yok olacağız, toprak olacağız toprak!” derdi muzip bir şekilde,
“Ama fena mı güzel bir ağacı besleyeceğiz!”. Onun ölümle yüzleşmesi
de böyleydi. Ama...