Bu hafta bu sözleşme, şiddet ve Kadem çerçevesindeki yorumları okumaktan hepiniz sıkıldınız biliyorum. Ben de sıkıldım. Bir yenisini eklemeyeceğim. Sadece (bana yüzyıl gibi geldi ama abartamayayım:) yıllardır dindar kadınların hep iki cephede savaştığını söylerdik gördüm ki bu savaş hala sürüyor. Seküler tarafa dönüp ayrı bir savaş veriyoruz, bizim mahalledeki taassup sahibi erkeklere ve de kadınlara dönüp başka bir savaş veriyoruz. Kendi ömrümden örnekle bu tartışmalardaki söylemin 30- 40 yıl öncesinden hiçbir farkı yok. O zaman İstanbul Sözleşmesi yoktu ama yine “aile yıkılıyor” ithamları üzerimize üzerimize ihale edilmeye çalışılıyordu. Kayıtları da var, üşeniyorum bulmaya. Bu arada uzun süredir, derinden giden muhalefeti görsem de bizim mahallede bir sessizlik hakimdi. Şimdi ne oldu bilmiyorum. Çünkü sözleşme yeni değil bu oluşumlar yeni değil şiddet yeni değil ailenin yıkılması meselesi yeni değil. Tanzimattan Abdullah Cevdet’ten başlayabiliriz kayıt tutmaya. Batıda aydınlanmayla bireyselliğin baş tacı edilmesi, sanayi devrimi, kadın hareketleri filan olalı çok oldu; 200 yıl desek olur. Hani neredeyse insanlık tarihiyle özdeş olaylara bile sebep olarak İstanbul Sözleşmesi’ni gösterir hale geldiniz. Ciddiyetsiz ve komik! Aileyi korumak işin bahanesi gibi görünüyor. Çünkü bu hodbinlik değil aileyi bireyi bile dağıtır. Bu arada aileyi dağıtanın genellikle erkek toplayanın da hep kadın olduğunun altını çizelim…
Hadi kendine, dindar erkeklerimizi ve onlara destek vermeyi imani vazife sayan kadınlarımızı hak vermesem de onları anladım diyelim. Amma velakin bu konunun gündeme gelmesine öncülük eden Yusuf Kaplan gibi entelektüellerimizin tutumunu anlamakta zorlanıyorum. Kendisi Türkiye’nin sayılı entelektüellerinden birisidir. Batıyı da doğuyu da bilir. Bir entelektüelin yapması gerekenin bir fikrin iyisini kötüsünü ortaya koymak olduğuna da vakıftır. Toplumun gidişatıyla zıt fikirlere sahip olması da ayrıca normaldir. Başka bir yerden bakar çünkü. Bunda hiçbir beis yok. Biz camiada yıllarca benzer tepkilere maruz kaldık. En yakın arkadaşlarımızla çatıştık, bunda da bir beis yok! Hayatın bir akışı var, fikir ayrılıklarına rağmen mahallemizde dost kaldık, ayakta kaldık. Buna alışkınız! Yadırgadığım şey kalkıp “Kadem kapatılsın, şöyle böyle yapın” gibi söylemlerle buyurgan olmak. Ailenin parçalanması gibi derin ve çok faktörlü bir konuyu bir sözleşmeye, bir kanuna, bir kadın derneğine bağlamak... Ki bu derneğin hiçbir söyleminde bunu çağrıştıran tek bir ifade yok. Tam tersi bence aileyi koruma vurgusu da çok fazla! Ayrıca bu dernek Kadem değil X dernek olsa da durum fark etmez. Ben bu söylemi bir entelektüele yakıştıramadım.
Bir diğer taraftan mevzu bir sözleşmeyle cinsel yönelimlerin teşvik edildiği meselesi ise orada da başka yere odaklanmak gerekiyor. Bütün bilimsel araştırmalar en büyük sebebin ailedeki erkek yani baba faktörü olduğunu söylüyor. Özetle daha İstanbul Sözleşmesi’ni filan okuyacak yaşa gelmeden aile içinde babaların tutumu biçim veriyor çocuklara.
MİR OLMAK KOLAY DEĞİL…
Bu yüzyılın belki de son “Mir”i Dengir Fırat idi. O’nunla tanıştığımızda yeni bir parti ile Türkiye’ye umut olacak bir hareketin nüvelerini atmanın heyecanını taşıyorduk. Başımızda zebellah gibi mahkemeler, kanunlar, devlet töreleri, önyargılar, ayrıştırıcı söylemlerin bini bin paraydı. Savaşmadığımız tek bir cephe yoktu. Dünya bir yol ayrımına girmiş. Sovyet bloku çökmüş, Rusya’da 3 milyona yakın insan açlık çekiyordu. Amerika ikide bir Irak ve Suriye’yi işgal ile tehdit ediyordu. Ülke ekonomik olarak batmış, Özal’ın ölümünün ardından her şey eski ayarlarına dönmüştü. Ekonomi de siyaset de hükümsüzleşmişti. Ülke diplerde bir sarmaldan çıkmaya çalışıyordu. İdeolojiler dönemi bitse de saflaşmalar ve bunların kalıntıları her yere hakimdi. Dil sert, tanımlar acımasız, ideolojiler mahkum ediciydi. Kürt kelimesinin telaffuzu dahi suç teşkil ediyordu. Bir tarafta Güneydoğu’da pusularda şehit edilen askerlerimiz, basılan karakollarımız, diğer tarafta “ölüm oruçları” ülkenin gündemindeydi. Güneydoğu’ya giden yollarda otobüsler durduruluyor, insanlar taranıyordu. “Çekiç Güç” ismiyle Amerikan askeri ülkedeydi. İç Hizmet Kanunuyla ordu millet iradesinin üzerinde bir konuma gelmişi. Bu tabloda ülkeye bir çıkış arayan yeni bir siyasi hareketin içinde bizler bir ortak dil arıyorduk. Ülkeyi ayrıştıran değil buluşturan bir dil. Kimliklerle değil ülkeyi buluşturacak değerlerle ilgileniyorduk. Üzerimizde Demokles’in Kılıcı gibi Anayasa Mahkemesi ve İç Hizmet Kanunu sallanıyordu. Böyle bir gündemle AK Parti’nin potansiyel kurucularıyla Afyon’da buluştuğumuzda tanıdım Dengir Bey’i. Kürt meselesine insan merkezli bakmak üzerine bir şeyler söylemiştim, meğer yanımda oturuyormuş. Sohbetimiz de dostluğumuz da orada başladı. Saygıdeğer bulduğum bir büyüğüm oldu.
Her ne kadar Avrupalarda filan bulunsa da iyi derecede İngilizce Almanca bilse de 1540’tan bu yana “Mir” unvanına sahip bir aileni mirasını ve kimliğini taşıyordu. Büyük dedesi Hacı Bedir Ağa İstiklal madalyası sahibiydi. Okuma yazma bilmemesine rağmen Atatürk’ün hakkında çıkardığı (El gayrı Hacı Bedir Ağa ibareli) özel bir kanunla Kurucu Meclis’te Malatya milletvekili olmuştu. Rivayete göre; Damat Ferit Paşa hükümetinin adamları, Sivas Kongresi öncesinde, Mustafa Kemal’i tutuklayabilmek için Hacı Bedir Ağa’dan yardım istemiş ve ona bir torba altın vaat etmişlerdi. Hacı Bedir Ağa teklifi geri çevirmişti. Dengir Bey’in amcası Hüseyin Fehmi Fırat üç dönem Demokrat Parti milletvekilliği yapmış bir isimdi.