Yıllar önce 80’li yılların sonunda Cerrahpaşa’da okuyan arkadaşlarımdan duymuştum Adnan Hoca’nın adını. Bir arkadaşları onun derslerine gidiyordu. O yıllarda müritlere “köfte” diyorlardı… Adnan Hoca’nın derslerine giden ve köfte olmaya aday tıp fakültesi son sınıf öğrencisi bir üniversite rektörünün kızıydı. Aile son derece seküler ve din karşıtıydı. Kızın en büyük korkusu da babasıydı. Cerrahpaşa öğrencilerini namaz kıldığı mescitte Adnan Hocacılar ona kancayı atmışlardı. O yıllarda Aksaray’da Cerrahpaşa yolunda oturuyordum. Bana da öğrenci arkadaşlarım okul çıkışı sık sık uğrarlardı. Zamanla onlarla birlikte bana gelenler arasına o da katıldı. Epeyce sohbet ettik. Sonuçta maneviyat ihtiyacı, inanç krizleri ve İslamiyet konusundaki bilgisizlik, dini kitaplardan okunsa bile kitaplar ile hayatın arasındaki çelişkiler… Ve de en önemlisi nereye gideceğini bilememek. Yönünü yolunu çizememek! İşin psikolojik, sosyolojik ve dahi parapsikolojik yönleri de var elbette! Sosyolojik zemin içinde her yerde görülen “dindarlık eşittir köylülük” bakışının negatif etkisi de bu yapılanmada bir veri olarak kullanılmış. Ama tüm bunların temelinde arayışların, varoluş krizlerinin içinde bilgisizlik insanın av haline gelmesine sebep oluyor. Adnan Hoca ekibi tam da böyle dönemlerin insanı olarak gençlerin hayatına girdi. Dini bilgileri zayıf, manevi arayışları olan, aileleri ile sorunlu (nitekim örgütte anne sevgisi ilk koparılıp atılan duygu oluyor), zengin ve şehirli gençler bu zehirli ağın sarmalına düşürüldüler. Maneviyat arayışlarını karşıladık derken bir suç şebekesinin içine düştüklerini öğrendiklerinde ise artık o suçların bir parçası haline gelmiş oluverdiler. Hazin bir istismar öyküsü elbette ancak bu istismar eğer sebepler yok edilmezse hep yaşanacak. Bunu engellemenin yolu dinden uzaklaşmak değil. Tam tersi dini eğitimi doğru kaynaklarla güçlendirmek olduğuna inanıyorum.
Herkesin hayatında anlam arayışları, varoluş krizleri illa ki vardır ve de olacak. Ve her zaman da bir istismarcıyla yolunuz kesişebilir. Kandırılmanın önüne nasıl geçilebilir? Arayış içinde olan insanların yalan yanlış grupların eline düşmemeleri nasıl sağlanabilir? Asıl üzerinde durulması gereken konu bu olmalı. Bunu konuştuğumuz anda da çözümün yolu yine eğitime düşüyor.
Maneviyatsızlık ile maneviyat istismarlarına karşı bir orta yol bulmak ve bunu da eğitimde temellendirmek zorundayız. Uçları olan bir toplumuz. Bir taraftan eğitimde asgari bir din bilgisinin dahi müfredatta yer almaması gerektiğine inananlarımız var. “Benim çocuğum niye din öğrensin? Ne münasebet!“ şeklinde konuşan veli profilinin sayısı hiç de az değil! Nitekim hepimizde dini bilgisizliğine, genel kültür noksanlığı olarak hayret etiğimiz pek çok insan tanımışızdır. Şahsen ben, “Hz Ali de kim” diye soran gazeteci de; Ramazan’da iftar ve sahur farkını bilmeyen yazar da tanıdım.
Toplumun diğer ucu da vahim! Din olarak anlatılan her şeyi boynu bükük dinleyen, anlatanın yalan yanlış bilgi verme ihtimalini dahi sorgulamayı imansızlık sayan bir kitle de bu tarafta duruyor.
Bu ikisinin ortasını bulacak “dini bilgi ve eğitim” yükümlülüğü olsa olsa yine orta öğretimin sırtına yükleniyor. Bu konuda yeni Milli Eğitim Bakanı’mız Ziya Selçuk’un Alev Alatlı ile birlikte hazırladığı bir eğitim raporunda yer alan sözlerine dayanarak yeni dönemin umut verici olduğunu söylemek isterim.
Ziya Selçuk’un ifadesiyle, “çocuk/öğrenci” kavramını yeniden düşünmek daha etkili bir başlangıç noktası olabilecektir. Çünkü çocuk/öğrenci, öze yönelmenin istikameti, her yeni medeniyet tasavvurunun tohumudur. /oysa/ Bugün gelenekleşmiş dinin ve sahiciliğini yitirmiş bir kültürün örselediği bir çocuk/öğrenci anlayışı bulunmaktadır. Çocuk/öğrenci, yetişkinlerin ve eğitim kurumlarının müdahale öznesi ve yapbozu haline gelmektedir. Kendisi olmasına izin verilmeyen, şahsiyet olabilme özgürlükleri yok edilen, haz ve kontrol arasında ezilen çocukların bir medeniyet tasarımına omuz vermeleri mümkün değildir. Buradan yola çıkıldığında, çözümün ümmi bir bakışla, bir çocuğun ‘bilmeme hali’yle oturup, tefekkür etmek olduğu anlaşılabilir.