“1000 yıl önce yaşamış bir profesörü alıp bugünkü bir sınıfa
koysak, profesörün sınıftaki bilgelik konumu değişir mi?” Bu soruyu
soran Prof. Rheingold, Stanford Üniversitesi'nde sosyal
medya/“katılımcı iletişim” üzerine çalışmalarıyla tanınmış bir
sosyal bilimci. Profesörün bu soruya verdiği cevap “hayır” oldu.
Rheingold'a göre değişen bilgi sahipleri değil öğrenciler:
“1000 yıl önce profesörün öğrencilerinin Google ya da
Wikipedia'da söylediklerinin doğru olup olmadığını arama imkânları
yoktu.”
Bilgiye ulaşma imkânları ve onu yayan araçların hızlı değişimi
bizde sanki içeriği de hızla değişiyor duygusu uyandırıyor. Kadim
doğruları, hakikatleri ve bilmeden hiç bir şeyin mümkün
olmayacağını hafızamızdan çıkarttırıyor.
Bu değişim hızının oluşturduğu avantajları, mesajın içeriğindeki
bilgiyi arka plana atarak ve ona gerekli değeri vermeyerek
dezavantaja dönüştürüyoruz. Çünkü insanların buna talebi
olmadığını, bilginin -mış- gibi yapan dışında gerçek tüketicisinin
kalmadığını ya da üreten ve yayanların kalite kontrolünün
yapılamadığını düşünüyoruz. Hele de somutu etkileyen soyut
kavramlar gündem ajandasına asla giremiyor.
Gündemin sıralamasını yapan medya kuruluşları klişeleri seviyor.
Konu tercihlerine ilişkin ezberleri ise “halk bu konudan sıkıldı”
şeklinde oluyor. Rusya ve Putin örneğinde olduğu gibi. Bir şeyin
çok konuşulması, tekrar edilmesi, o konunun gerçekten konuşulduğu
ve bilindiği ve de anlaşıldığı anlamına ise hiç gelmiyor. Halkın
bir konuya ilgisinin derecesini ölçebilecek bir tespit için sadece
reytingler yeterli değil.
Diğer taraftan medya, gündem ajandasını hazırlarken her şeyi çok
hızlı haberleştiriyor ve de “izleyici algısı”
efsanesiyle basitin basiti bilgiler haline dönüştürüyor. Sonra da
tekrarlarla en önemli olay ve durum bile kanıksanıyor,
sıradanlaşıyor ve de değersizleşiyor. Neredeyse her hafta Ege
denizi kıyılarına bebek ve insan cesetleri vuruyor. Ancak hiç
birisi 'Aylan bebek' gibi haber olmuyor. Putin'i
konuşmaktan sıkılıyoruz, şehitleri konuşmaktan sıkılıyoruz, eğitimi
konuşmaktan sıkılıyoruz bitmiyor. Yüzyıldır aynı meseleleri
konuşarak bu kadar yol alabildiğimizi unutup, hadi başka şeyler
konuşalım demek ise gerçekçi bir resim ortaya çıkarmıyor.
Bize sunulan hızlandırılmış dünyada giderek 10-12 yaş algısına
düşürülen formatlara, işin gereği olarak bakıp önemli olanı
öteliyoruz. İçerikler derinleştiği anda sanki “profesyonel
televizyonculuk yapılamaz-mış” gibi bir ruh hali hepimizi
sarıyor. Toplumun gündemini, özetle kamuoyunu belirleyen medyanın
bu (aslında sübjektif) ruh hali, toplumsal meselelerin doğru düzgün
konuşulmasının önündeki en büyük engeli oluşturuyor. Diğer taraftan
da her konuyu sadece değinerek konuşan insan güruhu, aynı mevzuları
esasıyla konuşmanın önündeki en büyük engeli oluşturuyor. Ekranda
saatler dolarken, faydalı olana dair algı kayboluyor..
İş vahim gerçekten.
İletişim kuramının alfabesi “bir mesajın anlaşılabilirliği
basitliğine bağlıdır ' şeklinde özetlenir. 'Mesaj' ne kadar basitse
ve de ne kadar somutsa o kadar kolay anlaşılır. Diğer taraftan
özellikle kavramsal mesajların anlaşılması zordur. Bunun için o
kavrama ilişkin somutluklar üzerinden aşinalık oluşturmak gerekir.
Simgelerin, sembollerin zihinde doğru çağrışımlar yapması gerekir.
İletişim bilimi bize anlaşılabilir olmak için bir şeyin ille de en
basite indirgenmesi gerekmediğini de söylüyor. Anlaşılırlığı
kolaylaştırmanın yolunun; soyutun somut çağrışımlarla
güçlendirilmesinden geçtiğini de gösteriyor.