Mesleğimin en sevdiğim taraflarından birisi de hayata bambaşka pencerelerle bakmayı sağlayan kişilerle tanışma fırsatı sunmasıdır.
Bu tanışmalarda onlardan ülkemizin hikâyesini farklı yönleriyle öğrenme imkânı buluruz... Bu hikâyeleri öğrenir ve aktarırken ülkemizdeki kültür sanat insanlarının hikâyelerinin ve onların geçmişle gelecek arasında bağ kurma çabalarının, bu yolda harcadıkları emeklerin yeterince farkına varılmadığını birçok kez fark ediyorum.
Ağzımızı açar açmaz şikâyete, ‘bizde o yok bu yok’ demeye başlıyoruz. Oysa tam tersi; Türkiye’de değerli çok insan var. Sanayicisinden sanatkârına ülkenin taşına toprağına emek vermiş bu insanlar kendilerine değil işlerine, sanatlarına âşıklar. Belki de bu sebeple, öyle kendilerini tanıtma filan derdine de düşmüyorlar. Onları bilen biliyor. Meslek hayatımda bu sırlı kahramanları tanımayı ve onların derin birikimleriyle toplum arasında bir ‘bakır teli’ iletkenliğinde aracı olmayı hep bir vazife bildim. Bu “bakır teli” lafı da Alev Alatlı’dan alıntıdır ve bizim meslektekilerin yapması gerekeni çok da iyi anlatır.
Benim de işim gücüm bu oldu!
Konuklarımın kendi hikâyelerini dinlerken yol âdaplarını öğrenmeye çaba sarf ediyorum ki, sonraki kuşaklara bir örnek olarak anlatmış olalım. Onlar ile izleyici arasında (elbette meraklısı) kendimi bir bakır teli gibi konumlandırmaya çalışırken de; tecrübenin birikimin bilgisi kadar duygusuyla da izleyiciye doğru yansımasına gayret ediyorum. Çünkü bir kez daha gördüm ki aşk, adanmışlık ve sabır olmadan ne ilim ne sanat ne de uzmanlaşma oluyor. Ancak bu iletkenliği bazen başarıyorum, bazen de yeterince bunu yapamadığım duygusu hâkim oluyor içimde.
Geçen hafta Hasan Çelebi ile yaptığım programda da böyle oldu. Bir köy çocuğunun dünyanın tanıdığı, ilminden, ustalığından faydalanmak, meşk yapmak için önüne diz çöktüğü bir hattat olma hikâyesini yeterince anlatamadım duygusuna kapıldım.