https://w.soundcloud.com/player/?url=https%3A//api.soundcloud.com/trac
Mukallit Arapça kökenli bir kelime. Osmanlı Türkçesine girmiş, bugün de kullanılıyor. TDK anlamı ise taklitçi. İslâm Ansiklopedisi’nde fıkıh yani İslâm hukuku içinde kullanılıyor. Bir âlimin görüşünü delilsiz kabul etme anlamına geliyor.
Bu konu iletişim stratejileri noktasında ilgimi çekmiştir. Çünkü eğer kendiliğinden organik bir liderlik kumaşınız, bir davanız, sözünüz yoksa birini taklit edersiniz. Bir rol model koyarsınız ortaya. Senaryo yazarsınız ve uygularsınız. Baudrillard’a simulark kavramına filan da gidilebilir buradan ama bu konuda mevzuyu felsefi olarak derinleştirmeye gerek yok.
Ekrem İmamoğlu ve başkanlık adaylığı meselesini ağırlıklı olarak bir iletişimci olarak da izliyorum. Uzun süredir dikkatimi çekiyordu. “Ben bu fotoğrafı bir yerden gördüm” ama başka kişiyle. Geçenlerde İmamoğlu, rakibi Mansur Yavaş’ı tartışmalı şekilde devre dışı bırakıp yeni bir kampanyaya başladı.
Aslında kampanya İmamoğlu’nun İstanbul seçimlerini aldığı tarihin yıldönümüne göre planlanmıştı. O tarihte başlayacaktı. İstanbul’da ajanslar harıl harıl kampanya, görseller, sloganlar çalışıyor. Ramazan birazcık işleri bozdu. Bayram ertesi kampanya dört bir koldan benzer görsellerle başlayacak.
Bir iletişimci olarak benim gördüğüm “taklit” bu stratejinin önemli bir parçası.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın engelleri aşmasını sağlayan, onu başarıya götüren her aşama, resim resim alınıyor ve sahada birebir uygulanarak taklit ediliyor.
Burada Baudrillard’a döneceğim… Bir tür Erdoğan simülasyonu yapılmaya çalışılıyor. Kampanyanın ana omurgasını bu oluşturuyor.
Unutulan bir şey var ki Cumhurbaşkanlığı’na yürürken Erdoğan’ın yaptığı her şey sahiciydi. Bir davası vardı, inancı vardı, ülkesi için fikirleri ve hayalleri vardı. Davasına omuz veren fikir insanları ve her şeyden önemlisi yıllarca çektikleri çileler bitsin isteyen bir halk vardı. “Bu toprakları ezansız bırakma Allah’ım” şiirini okurken bir davaya adanmışlığını seslendirmiyor bu duyguyu halka geçiriyordu. Verdiği mesajlar iletişim ajanslarının masasından değil kendisinden çıkıyordu. Mesajları sahiciydi; karakteriyle, yaşantısıyla organik sahici bir liderdi. Bu ülkede senelerce ezilmiş, yok sayılmış, horlanmış kitlelerin dertlerini gerçek bir lider olarak sırtına yüklenmiş, dert edinmiş biriydi. Liderliğe giden yolda asla taviz vermedi. Başkası olmadı. Hep kendisi oldu. En zor zamanda bile inancını yitirmedi. Organik bir siyasetçi olmak en büyük avantajı oldu. Hep “biz kendimiziz” dedi.
İmamoğlu’nun kampanyasında ise tam tersi. Şimdiye kadar hiçbir zaman içtenlikle algılayamadıkları dertlerin gerçek dert sahipleriymiş gibi bir iletişim stratejisi çizdiler ve buna devam ediyorlar. İftar sofrası bunun bir örneği... Zaman zaman da bana Sandra Bullock’un oynadığı “Kriz Bizim İşimiz” filmini çağrıştırıyor kampanya. Bir Amerikan politik danışmanın yine Amerika’nın kontrolünde Bolivya başkanlık seçimlerinde oynadığı rolü anlatan filmden kareler görmüyor değilim.
Her neyse Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kampanyalarını görselleri birebir taklit etmeye çalışan iletişim stratejileriyle ‘bir mukallit’ ile siyaset nasıl ilerleyecek zaman bize gösterecek.
İmamoğlu’nun ekibi tarihi kopyalayabileceklerini sanıyor olsalar da toplumsal gerçeklik arkada bir kaya gibi durmuyorsa, hedefleri hayalden öteye ulaşmaz.