Koca yaz bitti. Saz bitmedi gitti. Saz susmasın tamam. Fakat
okumak neden bu kadar "sıkıcı" olsun ki... Bu yazıyı içime
kaydettiğim kaç tip kaleme aldı bilmiyorum. Kitap okumayanların
hayatı, hayat okumayanların da kitabı ve aslında her ikisini de
karşılaştırmalı olarak okumalarını dilediğimin yazılı resmidir.
...
"Boşver"en dolu alamaz. Biliyoruz. Olsun. Boşveer, kitap mitap
okumayalım. Bizi sıkar kitaplar. Kitap okumak bizi bozar anadın
mı... Uzun uzun cümleler. Edebiyatlar. Aklı baştan alan
duygusallıklar. Kalbi kaçıran makaleler. Soğuk akademik dil.
Mesajları alan insanların kendilerince mesajları. Bir nevi ikinci
el mürselat... O da ne? Neyse ne. Hoş kelimeymiş yine de...
Fakat evrenin sayfalarıda mı sıkıcı? Şu çizgiler, bu renkler... Biz
sıkılmayalım diye sürekli bir değişim, dönüşüm, oluşma,
olgunlaşmalar, olumla ölüm arasında elele adeta halay çeker gibi,
bir folklor oyunu gibi yaşatılan bu hayat devinimleri... Büyük
laflar ediyoruz bakın dikkatinizi çekerim. Bunların sıkıcı ve
okumaya değer olmadığını söyleyemeyiz şimdi Allah için. Bizde yalan
yok anadın mı...
Hayatta, -sade kitabı, hep kitabı değil- bize gönderilip duranları
okuduğumuzda bazen kitap okuyanları bile solda sıfır bırakabiliriz.
Daha essah bir okuma biçimidir, hayatı okumak. Kitabı, kitaptaki
mürselatı, gönderilenleri okurken; yaşamak için okursun. Hayatı
yaşayarak okursun. Hayat üniversitesi dediğimiz şey tam da bu işte.
Ölünce mezun olunuyor ama olsun. Zor karne marne işleri.
Tabiat; kapısı bize daima açık, çayı ocakta kısmetini bekleyen bir
ev gibidir. Teklifsizligi telkin eder, duvarın, şehrin aksine.
Küçücük, sıvalı, boyalı salak bir duvar "Şşşt! Atlama!Sakın!'
derken, koca dağ "Aşkolsun, durma zıpla, tırman!' der mesela...
Madem kitap okumuyoruz. Madem sıkıyor, bozuyor bizi kitap.
İmkanımız varken, tabiatı en küçük unsurlarıyla müşahedeye, onu
çocuklarından, bebeklerinden, tohumlarından izlemeye, on...