Yaz ile yazmak arasında bir zıtlaşma olduğunu bir kere daha
idrak ettiğimiz şu günlerde, düşünen insana göre bir iklim
tanımlaması geçiyor zihnimizden. Yazmak bakımından kışları bol
düşlü taşlı, yazları buruk ve kurağız.
Yazmak illa hayattan tecrit gerektiriyor. İnsan için olan insanı
yanında istemiyor iyi mi? Pekâlâ yaşamdan kopmak ne kadar mümkün
olabilir? Bizzat yaşıyorken… İnsanlar arasında insanlardan ayrı bir
kenarda… İnsan beden için bir bedel ödemeden ilhamını, hülyasını,
klavyesini alıp dağ başına tırmanabilir, bir kenara saklanabilir
mi?
Ne olursa olsun yazmakla yaşamak arasında gizli bir geçimsizlik
var. Fakat ne onunla. Ne onsuz. Malzeme almak için yaşamaya çıkan
kalem erbabı, çok geçmeden soran gözlerle önüne dikilmiş bir ekran
donukluğuna maruz kalır ve henüz can çekişen bir iki sıcak cümle,
derken işte bir kaç paragrafı boydan boya o donukluğa iliştirmek
zorundadır.
Kalem ve sarı sayfalar daha edepliydi sanki. Böyle tam gözümüzün
bebeğini baskılamazdı. Bakışlarını sağa sola kaçırır, sökülüp
gelmesi konusunda mürekkebi kendi haline bırakırdı. Şimdi öyle mi
ya! İri iri bakan bir ekran var. Yazmazsan bıraktığın boşluğa sen
düşüyorsun.
Keşke sadece gökyüzü ekranımız olsa ve havaya, suya, toprağa, ağaca
filan yazsak dediğim oluyor çokça. En çok bilgisayar ekranına
baktığımda, zihnimizden gelen bir şelale olmadığı müddetçe
sıkıntıdan yalancıktan çişi gelmiş bir çocuk gibi kıpırdanmaya
başlıyor.
Çoğumuz hayatın akan yanına karışmayı seviyoruz. Bize yaşattığı
sürprizlere tepki vererek yaşadığımızı hissediyoruz. Bir defasında,
bir seyahat servis aracına bindiğimde gündüz gezici türkü bara
binmiş gibi oldum ilkönce. "Yalancı baharın yalan şeyi" diyordu
daha evvel hiç duymadığım bir şarkıda. Sonra "Ömrümü verdiğim
zalim, sende insanlık diye bir şey kalmamış" diye devam ediyordu.
Bildiğin bir kavga esnasında sarf edilebilecek cümleler malum garip
bir bestenin içine bir parça kafiyeli olarak yerleşt...