Türkiye ile ABD arasında, S-400 alımı nedeniyle yaşanan gerilim,
ABD’nin küstahlık dozu artan açıklamalarıyla, başka bir aşamaya
ulaştı. İki ülke ilişkilerindeki yapısal sorunlar, çatışan
çıkarlar, farklılaşan öncelikler daha net görüldü. 1952’de NATO’ya
üye olup, Atlantik kampına çok acele ve hiç sorgulamadan girmenin;
Türkiye’nin milli egemenliğini, ulusal bütünlüğünü, bağımsızlık
anlayışını, kalkınma hamlesini nasıl sekteye uğrattığı, bir kez
daha anlaşıldı.
Şu gerçeği kabul edelim: ABD’nin Türkiye’de sadece dış politika
üzerinde değil, iç siyasetten ekonomiye, akademiden işçi
sendikalarına, eğitimden medyaya, bürokrasiden orduya, iş
dünyasından dini örgütlenmelere dek geniş bir alanda nüfuzu var. Bu
da Türkiye - ABD ilişkilerinin sorgulanmasını, ilişkilere eleştirel
yaklaşılmasını zorlaştırıyor. ABD emperyalizmini değil yüksek sesle
eleştirmek; iki ülke ilişkilerindeki sağlıksız, dengesiz duruma
işaret etmek bile, bunu söyleyenin üniversitede, bürokraside,
siyasette, orduda başını belaya sokuyor. Dışlanmasına, önünün
kesilmesine, tasfiye edilmesine neden oluyor. Hele de Soğuk
Savaş’ın başlangıcında ABD’yle ilişkilere, Kore’ye asker
yollanmasına karşı çıkanların, adeta “vatan haini”
ilan edildiğini biliyoruz. Nâzım Hikmet’in,
Behice Boran’ın, Niyazi
Berkes’in, Pertev Naili
Boratav’ın, Mehmet Ali Aybar’ın
hangi ağır bedelleri ödediğini unutmuyoruz. ABD’den ‘barış’
beklemek…
Ağzına “emperyalizm” kavramını almadan dış
politika konuşanların; sömürüden bahsetmeden, sınıfsal çelişkiye,
varsıl - yoksul uçurumuna dikkat çekmeden siyaset üzerine ahkâm
kesenlerin ortak özelliği, ABD’nin barış getireceğine inanmaktır.
Oysa dünyadaki 7.7 milyar insan arasında dünyaya barış, huzur,
istikrar, demokrasi getirecek son kişi ABD başkanıdır. Çünkü
emperya...