Önce Avrupa Parlamentosu’nun (AP), bağlayıcılığı olmayan,
tavsiye niteliğindeki kararı çıktı. Oyçokluğuyla alınan karar,
Avrupa Birliği’yle (AB) Türkiye arasında yürütülen üyelik
müzakerelerinin askıya alınmasını öneriyordu. Ardından AB, Suriyeli
sığınmacılar için Türkiye’ye 1.5 milyar Avro vereceğini duyurdu.
2019 ve 2020 yılları için de, 560’ar milyon Avro olmak üzere,
toplam 1.1 milyar Avro’dan fazla kaynak aktaracağını, 2021’de de bu
miktarın altına düşmeyeceğini ilan etti.
Şunu kabul edelim. Ne Türkiye’nin AB üyesi olmaya niyeti var ne
AB’nin Türkiye’yi almaya. O nedenle bu oyunu sürdürmenin gereği
yok. Fazla uzadı. Çoktan bitmeliydi. AB üyesi olmadan, Gümrük
Birliği’ne (GB) üye olan; yani kararların alındığı masada olmadan,
alınan kararlara uymak zorunda kalan Türkiye, GB’yi tartışmaya
açmakta da gecikti. Türkiye’yi üye yapmadan, GB sayesinde,
Türkiye’nin iç pazarı, gümrük rejimi, dış ticareti üzerinde nüfuz
kuran AB, Türkiye’yi tam üyelik vaadiyle bekleme odasında tutuyor.
Bu sayede alabileceği tüm ödünleri alıyor. AP’nin kararı, iktidar
“yok hükmünde” dese de, kaçınılmaz olarak, ikili ilişkilere,
Türkiye’nin vize serbestisi yönündeki beklentisine, GB’nin
güncellenmesi ve Türkiye aleyhindeki hükümlerin ayıklanmasını
içeren talebine yansıyacak. Türkiye seçeneksiz
mi?
Türkiye’nin NATO ve AB üyeliğine karşı olduğumuzu
ne zaman belirtsek, hep şu yanıtı alırız: “Peki, ya Türkiye’nin
güvenliği ne olacak? Peki, ya insan hakları, hukuk devleti,
özgürlük, demokrasi nasıl gelecek?”. Yanıtımız şudur: Bir ülkenin
dış politikası, coğrafyasından, devlet kapasitesinden, ticari
ilişkilerinden, eğer varsa enerji bağımlılığından ele alınamayacağı
gibi, iç siyasetindeki demokratik kazanımlar da, iç dinamiklerden,
halkın siyasal-toplumsal-sınıfsal mücadelesinden, tarihselkültürel
birikimden bağımsız düşünülemez. Türkiye; kendini savunmak için
NATO’ya mecbur v...