Milli Mücadele’nin başlamasının (1919) üzerinden 100, İkinci
Dünya Savaşı’nın çıkmasının (1939) üzerinden 80, NATO’nun
kuruluşunun (1949) üzerinden 70 yıl geçtikten sonra Türkiye; tarımı
bitmiş, sanayisi gerilemiş, işsizlik oranı artmış, dış borcu
katlanmış, Gümrük Birliği ile adeta sömürge anlaşmasına imza atmış,
Ege Denizi’nde 18 adası, 1 kayalığı işgal edilmiş, Cumhuriyet
Devrimi kazanımları aşınmış, dış politikada kırmızı çizgileri
silikleşmiş bir ülke olarak, yönünü arıyor. İki kıtayı birleştiren,
üç yanı denizlerle çevrili, Osmanlı Devleti’nden bu yana hariciye
kadrolarının niteliğiyle övünen Türkiye; yön duygusunu öylesine
yitirmiş ki, Suriye meselesinin çözümü için çok temel metinlerden
biri olan ve 1998’de imzalanan Adana Mutabakatı’nı Türkiye’ye,
Rusya lideri Putin anımsatıyor. İktidar bloku, her
ne kadar ekonomiye, diplomasiye, sanayiye, eğitime ilişkin pembe
tablolar çizse de, iş başvurusu kuyrukları, ucuz sebze kuyrukları,
öyle söylemiyor.
ABD Başkanı Trump, Türkiye’yi, “Ekonomik olarak
mahvederiz” sözleriyle tehdit ediyor. Rahip
Brunson davasına gönderme yaparak, “Bırakın dedim,
bıraktılar” diyor. ABD’li yetkililer, Türkiye’nin İran ve
Venezüella’yla ticaretini incelediklerini söyleyerek, aba altından
sopa gösteriyorlar. “Rusya’dan S-400 alırsanız, F-35 projesinden
çıkarırız” diyerek şantaj yapıyorlar. Avrupa Birliği, raporlarla
Türkiye’yi sıkıştırıyor. Bu liste uzun. Ne var ki yeni değil.
Tarihi eskilere gidiyor, 1940’ların ikinci yarısına. O yüzden,
bugünü doğru anlamak için, Truman Doktrini’ne,
Marshall Yardımı’na, ABD’li uzmanlar tarafından
yazılan ve Türkiye’nin sanayileşme atılımından, demiryolu
hamlesinden vazgeçmesini öneren raporlara, 1952’deki NATO üyeliğine
uzanmak gerekiyor. Bu bağlamda bir tümce, içinde bulunduğumuz
durumu özetliyor. 1949’da CHP’li Nihat Erim’in
söyledi...