Daldaki kiraz, tabaktaki çilek. Dünyanın güzelliklerini bir çocuktan daha fazla kim bilebilir? Çileğimize de kirazımıza da el koydular. Peki, çocuklara ne kaldı?
Her seferinde aynı hatayı yapıyoruz. “Cemaat yurdunda öldü”diyoruz. Oysa ortada cemaat var, yurt yok. Zira öğrenci yurdu açmanın kuralları var. Hiçbiri böyle değil. İzin kâğıtları, resmi sorumluları, hatta tabelaları bile yok. Bir daire, bir apartman cemaat parasıyla kiralanmış. İçi öğrencilerle doldurulmuş. Haliyle her ölümden, her istismardan sonra devlet görevlileri “görmedik, duymadık” diyor. Oysa her şey herkesin gözü önünde oluyor.
Arkadaşları Enes’in Atatürkçü bir çocuk olduğunu söylüyor. Ailesinin baskısı, Elazığ’da tıp okuyan Enes’i, Nurcuların evlerine mahkûm etmişti. O evlerde kalanlar, Said Nursi’ye atıfla, Atatürk’e “deccal” gibi hakaretlerin yapıldığını anlatıyorlar. İki farklı medeniyet, iki farklı anlayış... Enes’leri boğan bunalım burada başlıyor.
Bu evlere Nurcular “dershane” diyor. Said Nursi’nin risalelerini okuma işini “ders” olarak tanımlıyorlar.Konuştuklarım, bu evleri, “sevgisiz-muhabbetsiz” diye anlatıyor. Çocuk yaşındaki gençler, dilini anlamadıkları risaleleri baskıyla okuyor. Özel yaşamları sürekli kontrol altına alınıyor. Sorgulamanın olmadığı, robot yetiştiren insaniyetsiz disiplinin, ağır depresyonlara yol açtığına dair sayısız örnek veriliyor.