Bu yazı bir süre sonra kendisini imha edecek.
Hayır, ajan filmlerindeki gibi kendini yakarak değil. Koyunda
saklanan yasaklı aşk mektupları gibi küçük parçalara da
ayrılmayacak. Neyse ki, Türkiye hâlâ bir hukuk devleti. Bu yüzden
hukuksuz işleri hukukçulara yaptırabiliyorlar.
Bir sulh ceza hâkiminin önüne bir dilekçe konacak. Hâkim,
“şikâyetçi” bölümünde Cumhurbaşkanı’nın oğlunu görünce
toparlanacak. Bacağını diğerinin üzerinden indirip yanına koyacak.
Gözlerini ovuşturup derin nefes aldıktan sonra sağ elinin işaret
parmağıyla cüppesindeki düğmeye dokunacak. Değiştirmek istediği
eski arabasını, çocuğunun okul taksitini düşünecek. Sonra,
“gereği düşünüldü” diye yazıya erişimi
yasaklayacak.
“Nereden biliyorsun” derseniz, “yaşadıklarımdan” derim. Bu köşede
daha önce okuduğunuz “Cumhuriyet Bilal
Erdoğan’ın babasının malı değildir” yazısını
şimdi bulamıyorsanız, sebebi bu.
Oysa kâğıda, yüreğe ve akla yazılan yalnız eskir, ama silinmez.
Bilal Erdoğan’ın vakıfları
İstanbul seçimlerinde herkesi tartıştık da, bir
Bilal Erdoğan’ı konuşmadık. İşin
ilginci, Bilal Erdoğan da hemen her konuda konuşuyor da o da
İstanbul bahsini açmadı.
Oysa ben en çok onun ne düşündüğünü merak ediyorum.
Ekim ayının ilk günüydü. İbn Haldun Üniversitesi açılıyordu.
Salonda profesörler oturmuş, kürsüde Bilal Erdoğan konuşuyordu.
Mutlaka tesadüf değil. Zira üniversitenin başkan vekiliydi.
Erdoğan’dan sonra kürsüye kim mi geldi? İstanbul Büyükşehir
Belediye Başkanı Mevlüt Uysal. Bilmiyordum, meğer
o da aynı üniversite...