Yağmurun kararsız kaldığı bir sonbahar sabahı doğdum. Kaçaklar bir yana, vatandaşların baştan sona sayıldığı günün ertesiydi.
Darbecilerin iktidarıydı ama Cumhuriyet vardı.
O gün gazetenin tepesinde bomboş sokağı süpürgesiyle temizleyen bir işçinin fotoğrafı görünüyordu. “Sayıldık” yazıyordu. Demirel kayıtlara “işsiz” diye geçmişti. Ecevit ise mesleği sorulunca “Müsaade ederseniz ‘gazeteci’ yazdıracağım” demişti.
Benim için ilk nefes, bir ay sonra kapatılacak Cumhuriyet için zor şartlardaki soluktu.
Harfleri tanıdığım, kelimeleri okumaya başladığım gün göğsüme kurdele takılmış, duvarda asılı elmam kızıla boyanmıştı.
Özal’ın iktidarıydı ama Cumhuriyet vardı.
O gün Cumhuriyet gazetesinin manşeti, “sağlık işletmeleri”ne dönüştürülen hastanelerdi. Sözleşmeyle alınan doktorların grev yapmak bir yana, demeç vermesi bile yasaklanmıştı. Sayfanın ortasında, Behice Boran’ın cenazesine katılanların nasıl coplandığı anlatılıyordu.
Benim için çocukça bir heyecan, yeniden suikastlarla karşılaşacak Cumhuriyet için taviz vermez bir inattı.
“Aslolan dünyayı değiştirmektir” sözüne vurulduğum günlerdi. Kendi gazetemi alıyor, en tepedeki logosunu dışarıda bırakacak şekilde katlayıp lise ceketimin cebine koyuyordum.
Koalisyonlar, faili meçhuller, krizler dönemiydi ama Cumhuriyet vardı.
O gün Cumhuriyet gazetesi, PKK’nin Çocuk Bayramı’nda kurşuna dizdiği üç öğretmeni yazıyordu. Altında 23 Nisan’ı sarık ve cüppeleriyle protesto eden gericiler görünüyordu. Çiller’in yolsuzluk dosyaları da, Uğu...