Ne zaman tren kazası konuşsak aklıma Cüneyt
Ülsever gelir.
Evet, gazeteciliği bıraktı. Hatta küstü. Yine de “demokrasi
tramvayı”ndan atılma hikâyesinin yaşadıklarımızla ilgisi var.
Şimdilerde mafya dizileri işgal etse de bizim televizyonlarda da
gösterilmişti. “Yürüyen Cehennem” denebilir mi? “Hell on Wheels”
dizisi ABD’de bir demiryolu inşaatının çevresinde dönen ilişkileri
anlatıyordu. Kuzeyliler ve Güneyliler, siyahlar ve beyazlar,
köleciler ve karşıtları, merkeziyetçiler ve federasyoncular, tarım
ve sanayi… Demiryolu, sadece bir ulaşım aracı değil, bir altyapı
yatırımı olarak tarihsel ilişkilerin birbiriyle savaşıydı.
Dizilerin de ötesinde, kapitalist ya da sosyalist her kalkınma
hikâyesinin içinde demiryolu vardır. Bu nedenle genelde kuzeyden
güneye, batıdan doğuya yayılır. Atatürk’ün “demir
ağlarla anayurdu ördüğü”nü biliyoruz. Ancak Anadolu’ya ilk
demiryolunu sarayın duvarlarına tren resimleri asan
Abdülmecid’in getirdiğini unutuyoruz. Telgrafın
Osmanlı posta sistemine geçişi de, üniversite kurma teşebbüsleri
de, Batı üsluplu ilk saray da, operanın yaygınlaşması da aynı
dönemdedir. Demiryolu, bizde de gelişmenin parçasıdır. Kaçınılmaz
yoludur. Modernleşmeyi de demiryolunu da Cumhuriyet düzeni ile
programa dönüştüren ise Atatürk’tür.
Evet, demir de taşınır tank da. Rayların üzerinde medeniyet de
emperyalizm de götürülür. Sevgilileri buluşturur, öte yandan
savaşta stratejik hedeftir. Ancak demiryolunun bir özelliği vardır.
“Müsait bir yerde inecek var” diyemezsiniz. Yandaş müteahhitlere ya
da İngiliz şirketine de yaptırmış olsanız dahi demiryolu işletmek
için kurallı bir düzen gerekir. İnilecek, binilecek durak bellidir.
Aynı yerde aynı anda iki tren olamaz. “Sinyalizasyon şart...