Kur ve faiz cephesinde birkaç haftadır yaşananlar dünyayı
şaşkına çevirmiş durumda. Bazıları ise gayet sakin bir şekilde tüm
bu yaşananları seyrediyor. Ama ortada olan bir şey var
ki, batı ülkelerinin 70'lerdeki petrol krizinden beri belki de
ilk defa bu tarz bir ekonomik manevrayla karşı karşıya
olduğudur.
Dünya ekonomisini yaklaşık 40 yıldır batı merkezli finansal
kurumların aldığı kararlar ve uyguladığı politikaların
yönlendirdiğine şahit oluyoruz. Ancak birkaç yıldır özellikle
ABD, Çin ve Rusya bağlamında yaşananlar durumun artık öyle eskisi
gibi olmadığını ortaya koyuyor.
Nitekim Çin'in uyguladığı devalüasyonun akabinde FED tarafından
yapılan son açıklamalar, farklı analistlerin faiz artışının 2016'yı
bulabileceği yönünde yaptığı yorumlar bu noktadan sonra alınacak
kararların ne kadar siyasi ne kadar ekonomik yönlü olacağı
tartışmasını şimdiden açmış durumda.
Bundan sonraki sürecin nasıl olacağı tam bir muamma. Artık değerli
dolar ve faiz artışı manevralarının ne kadar sürdürülebilir olduğu
daha yoğun tartışılıyor. Ve bundan sonraki politikalara diğer
ülkelerin vereceği tepkiler daha fazla ehemmiyet kazanıyor.
Dolayısıyla bu istikamette hesap edilen stratejiler her geçen gün
revize edilmeye ihtiyaç duyuyor.
Her ne kadar günlük verilerle yaşayan piyasa uzmanları süreci
farklı yorumlasa da,değerli doların ABD'de artık endişe verici
sınırları aşmaya başlayan ticaret açığına, ihracata ve işsizliğe
olumsuz etkisini göz ardı etmemek
gerekiyor. Ayrıca yükselme trendine girecek olan faiz
oranlarının başta ABD olmak üzere yüksek borç yükü olan
tüm ülkeler üzerindeki etkisini dikkatle takip etmek
gerekiyor.
Dünyada yavaşlayan büyümenin ve bu büyümenin dinamosu olan
Çin'deki ekonomik yavaşlamanın dünyaya etkilerini çok yakından
izlemek gerekiyor. Buna karşı Çin tarafından uygulamaya
konulan bölgesel ve küresel proje ve stratejiler bir kısım batılı
kurumların ve analistlerin ön kabullü yorum ve analizlerinden ayrı
daha objektif bir şekilde değerlendirmek gerekiyor.
Dünyanın reel ekonomik temeller aradığı ve yeni bir ekonomik denge
arayışı içine girdiği böyle bir dönemde Türkiye, özellikle son 12
yılda üreten ve büyüyen temeller üzerine geliştirdiği ekonomisiyle
bu süreçleri her zamankinden daha dikkatli takip etmek
durumundadır. İstikrarın devamının olmazsa olmaz şart olduğu
bu dönemde kamu ve özel tüm kurumların yaşanmakta olan bu küresel
süreci kazan-kazan ekseninde yönetmesi ve savaşarak değil
dostluklarını pekiştirerek yürütmesi de büyük önem
taşımaktadır.