Uzun zamandır Türkiye ile AB ilişkilerinde, karşılıklı eleştiriler dışında her hangi kayda değer bir gelişme olmamıştı. Son iki yıldır Türkiye, Suriye krizinin giderek büyüyeceğine ve bir ucundan sorunun Avrupa’ya uzanacağına dair çağrılar yapıyor, AB ülkeleri ise bir yandan meseleyi Türkiye’ye ait bir sorun gibi görmeyi tercih ederken öte yandan bu kaos ortamında münferit çıkarlarının peşine düşmeyi deniyorlardı.
Ne zaman ki savaşlardan kaçanları Türkiye tutamaz hale geldi ve insanlar Avrupa topraklarına ayak bastı, o zaman AB ülkeleri sorunun boyutlarını farkına vararak yüzlerini Türkiye’ye çevirdiler. AB’nin Türkiye ile daha fazla ilgilenmesi ise Rusya’nın askeri kapasitesini Doğu Akdeniz’de artırmasıyla oldu. Ukrayna krizini, Baltık ülkelerine yönelik tehditleri unutmayan AB, bu kez de Akdeniz hattında Rusya tarafından çevrelenme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı.
Söz konusu konjonktürün Türkiye-AB ilişkilerini canlandırdığı açık ve bunun da garipsenmesi gerekmiyor. Zira AB, Türkiye üye olsun diye kendini parçalamıyor; ayrıca her üye olan devlet de küresel konjonktürün zorladığı koşullarla kendisini AB’de buluyor.
Üyelik siyasi irade sürecidir
AB’ye üye olan hemen her devlet ile AB arasında kıyasıya pazarlıklar olmuştur. Bu, karşılıklı çıkarların tespiti ve tarafların avantajlarının açığa çıkarılması için yapılır. Müzakereler “en fazla” istekle başlar, taraflar arasında üyelik açısından bir irade varsa, ortada bir yerlerde uzlaşmaya varılır.
Bugün Türkiye ile AB arasında yaşanan da bu. Üstelik belki de ilk kez Türkiye’nin üyeliği gerçek bir stratejik zeminde ele alınıyor ve yine belki de ilk kez gerçek “ortak çıkarlar” değerlendiriliyor. Diğer bir ifadeyle AB ile Türkiye’nin karşılıklı bağımlılığının ölçüsü açığa çıkıyor.
Söz konusu durumun AB Konsey ve Komisyonu’nda olduğunu, her üye devletin aynı eğilimleri paylaşmadığını da bu noktada hatırlatmak gerekiyor.