Hollanda’ya ilk gidişimde görmek istediğim ilk yer Keukenhof olmuştu. Bu muhteşem çiçek bahçesinde kendimi bir an Osmanlı tarihinin Lâle Devri’nde hissettiğimi hatırlıyorum. Renk renk sümbüllerle zenginleştirilmiş lâle tarhlarının, ağaçların ve göletlerin arasında gezinirken şair Nedim’i düşünmeyen, özellikle kırmızı lâle tarhlarının ateşinde onun şiirini hissetmeyen okumuş yazmış bir Türk düşünülebilir mi? Ben, hançer gibi yapraklarının arasından başlarını uzatıp işveler gösteren Hollanda lâlele rinde atalarımın zevk dünyalarına dair ipuçları bulmuştum. Türkistan’da, Tiyenşan dağlarının kuzey yamaçlarında yabani bir çiçek olarak güneşe başlarını uzatan lâlenin kültür hayatında yer alışına dair ilk izler, Kazakistan’da yapılan arkeolojik kazılarda bulundu. Bu da bizi göçebe atalarımızın baharı müjdeleyen bu çiçeği çok sevdiklerini, ona özel anlamlar yüklediklerini ve soğanlarını, iklim şartları yüzünden yahut başka sebeplerle yurtlarını terk ederken yanlarına aldıklarını düşündürüyor. Lâle, Bulgar Türkleriyle İdil boyuna, Timuroğulları ile Hind’e, Selçuklularla İran ve Anadolu’ya gelmişti. Horasan ve İran coğrafyasına yayılıp bahçeleri tutuşturarak ortak kültürün malı haline gelen lâle, İran şiirinde, önce Hayyam, Hâfız ve Sâdi gibi şairlerin gazel ve rubailerinde boy gösterdi; rengi ve şekli dolayısıyla genellikle ateşe, şarap dolu kadehe ve sevgilinin yanağına benzetiliyordu. *** Ve bir gün Anadolu’nun kapısı, atalarımıza, Selçuklu hükümdarı Alpaslan’ın 1071 yılında kazandığı zaferle birlikte bir daha kapanmamak üzere açıldı. Artık Anadolu, İç Asya’dan kopan Türk boylarını bir mıknatıs gibi kendine çekiyordu. Büyük Selçuklu Devleti’nin bir uzantısı olarak kurulan Anadolu Selçuklu Devleti, çok sayıda kültürün yeşerdiği bu bereketli coğrafyada, yepyeni bir kültür sentezi yarattı.