Refik Hâlid’in yıllar önce okuduğum Bu Bizim Hayatımız adlı romanında altını çizdiğim cümlelerden bazıları şunlardı: “Yine tramvaya binmedi; yürürken iyi düşünüyordu; ayaklarının işlemesi kafasını harekete geçiriyordu. ‘Yürümeyen adamın zihni durur,’ dedi, ‘yüksek makama geçenlerin fikir verimsizliklerinde biraz da arabayla otomobilin tesirini aramalıyız. Bunlar yayan dolaşmayı bırakınca hem lüzumluyu göremez oluyorlar, hem de dimağ işlekliklerini kaybediyorlar. Karın yapmaları da bundan!” *** Bütün kasları harekete geçirdiği için en faydalı spor olduğu söylenen yürüyüşün asıl faydası, insanı düşünmeye zorlamasıdır. David le Breton’un Yürümeye Övgü isimli eserini aziz okuyucularıma hararetle tavsiye ederim. “Yürüyüş dünyaya açılmadır!” cümlesiyle başlayan bu güzel kitabın tezi şöyle özetlenebilir: Yürüyüş, insanı sadece hayattan zevk almaya değil, aynı zamanda derin düşünceye yöneltir ve modern hayat şartlarının zorladığı aceleciliğe, telaşa boyun eğmekten kurtarır. Yürüyerek yorulan bir insan için dinlenme sırasında yenen yemek kadar lezzetlisi yoktur. Çok sade bir yemek bile bazen muhteşem ziyafetlerin veremediği zevki verir. Yakıcı bir susuzluktan sonra içilen bir bardak suyun yaşattığı hazzı, ayakta duramayacak kadar yorulduktan sonra kuru toprakta veya taze çimenler üzerinde çekilen bir uykunun tadını sadece yürüyüşçüler bilir. Yürüyüş hayatın sıradan anlarını değiştirir ve yeni biçimler altında yeniden yaratır, Le Breton’a göre.