Trump'ın ABD'nin yeni başkanı seçilmesi ile Avrupa başkentleri
hayli tedirgin.
"Birlikte çalışma" mesajları verilse de derinlerde bir korku
var.
Korkunun tek sebebi NATO çerçevesinde savunma harcamalarının
Avrupalı "müttefiklere" fatura edilecek olması değil. Zaten
yükselmekte olan aşırı sağcı-popülist trendin Avrupa merkez
siyasetini tümüyle etkisi altına almasından daha çok endişe
ediliyor.
Aslında Brexit'ten sonra Atlantik dünyasına hâkim olan yeni dalga
Avrupa kıtasında da hayli yol aldı. Aşırı sağ liderler "liberal
demokrasi" değerlerini hırpalayan kutuplaşmacı, dışlayıcı
siyasetlerinde artık daha heyecanlılar. Şimdiden Trump'ın seçim
kampanyasını yürüten ekiplerin peşine düştüler. Avrupa'da fay
hatlarını tetikleyecek siyasi temaları köpürtme amacındalar.
"Göçmen karşıtlığı" ve "ekonomik korumacılık" üzerine oturan bu
dalga en çok da Batı'nın yumuşak gücü olan liberal değerleri
aşındırıyor. "Liberal demokrasiler" hızla bahardan kışa giderken
Avrupa Birliği'nin mevcut krizi de büyüme eğiliminde.
Aslında Batı merkezli uluslararası sistem yeni bir dönüşümün
eşiğinde.
Brexit kararı ve Trump'ın gelişi ile "küreselleşmenin intikamının
alındığı" ya da "antiküreselleşmenin kazandığı" görüşünde değilim.
Daha ziyade Çin'in ve yükselen ekonomilerin küreselleşmeden daha
çok kazandıkları tespitinden hareketle yeni bir form küreselleşme
üretiliyor.
Motoru çokuluslu şirketler olan ekonomik küreselleşme Batılı
ulusdevletlerin ihtiyaçları, istekleri etrafında revizyona
sokuluyor. Ancak bu yeni ekonomik -finansal revizyonun büyük
güçlerin stratejilerini ve ittifak ilişkilerini etkilememesi
düşünülemez.
ABD, Çin, Rusya ve AB yeni bir ilişki düzlemine geçmek zorunda.