Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bu defa da seçimden zaferle çıkmasının muhalefette ürettiği travma devam ediyor. Ana muhalefet partisi CHP cenahında yaşanan öfke ve hüznün ise daha derin olduğu anlaşılıyor. Aslında kampanyanın son bir haftasında yükseltilen heyecan bu travmanın ilk işaretiydi. İnce'nin İzmir ve Maltepe mitinglerindeki kalabalıklar beklentileri yükseltmişti. Ve İnce'nin ısrarla uzak durduğu "AK Parti'ye devr-i sabık yapma" hissiyatını "intikam" bağırışlarıyla açık etmişti. Seçim gecesi sosyal medyada dolaştırılan çılgın komplolar ise bu aşırı beklentinin doğal bir yansımasıydı.
Bu heyecanlı CHP taraftarları İnce'nin Erdoğan'ın kazanmasını kabullenerek tebrik etmesine de öfkelendiler. Son darbe Kılıçdaroğlu'ndan geldi. Kılıçdaroğlu'nun "nezaketle istifa edip," CHP genel başkanlığını, oyları yüzde 30'un üzerine çıkaran İnce'ye bırakacağını sananlar yanıldı. Böylece, Kılıçdaroğlu'nun resti de yeni bir ümitsizlik kaynağı oldu.
Bu travma toplumun bir kesiminde abartılı bir mutsuzluk duygusu yarattığı gibi, Türkiye'nin insani sermayesini verimli şekilde kullanmasını da engelliyor. Kaldı ki, iktidara gelme umudunun siyaseti ve demokrasimizi güçlendirdiği aşikâr. O halde yenilenlerin önünde tek bir yol var. Seçmenin desteğini alacak şekilde dönüşmek. Partiyi, kadrolarını ve ideolojisini değiştirmek, yani baştan ayağa yenilenmek. Halka ulaşmanın yolunu ısrarla aramak. AK Parti lideri Erdoğan'ın bile "mesajı aldım" dediği yerde CHP'nin başka bir seçeneği olamaz. *** CHP'nin yenilenememesinin çok çeşitli izahı yapılabilir. Liderlerin değişmemesi, teşkilattaki oligarşi, tabandaki kemikleşme ya da ideolojik katılaşma bir sebep olarak sunulabilir. Hepsi de haklı gibi görünüyor. Ancak bir husus var ki dikkatlerden kaçıyor. Asıl mesele, muhalefetin aydınlarının Türkiye'de siyasetin dinamiklerini iyi analiz edememesi.
İnce'nin mitingleriyle oluşturduğu hareketlilikten de bir sonuç alamayınca "komünlerine çekilerek" kendilerini toparlayamaya çalışanlar Erdoğan'ın neden kazandığını iyi teşhis edemiyorlar. Ve bu analiz körlüğünün oluşmasında Batı medyasının da kritik bir etkisi var. Buna "Batı medyasının muhalefete yaptığı kötülük" diyebiliriz. *** 2013'ten bu yana dillerine doladıkları otoriterlik söylemi ve Erdoğan karşıtlığı bu körlüğün ana göstergesi. Erdoğan'a oy verenler "otoriterlikle ve kişi kültü taraftarı" olmakla suçlanıyor. Erdoğan'ın muhalifleri ise "demokrasi mücadelesinin havarileri" olarak resmediliyor.
24 Haziran seçimlerinden sonra da aynısı oldu. "Türkiye'nin daha önce hiç olmadığı kadar bölündüğünü" iddia eden Batı medyası Erdoğan'ı seçenlerin "otoriter tercih yaptığını" ileri süren yorumlarla doldu. Sözgelimi 30 Haziran tarihli Stern, Erdoğan'a oy vermeyenlerin Türkiye'sini "aktif demokratlar" olarak sundu: "Bu Türkiye; modern, verimli ve liberal bir ülke olup Ortadoğu'ya değil Avrupa'ya aittir. (...) Bu aydınlık Türkiye şu sıralar dünyaya bir sivil toplumun yıllardan beri nasıl direndiğini ve hayatta kaldığını gösteriyor. Birçoğu bunun için fedakârlıkta bulunuyor. Onlar Avrupalıların çoğu gibi pasif değil aktif demokratlar."
Bu yorumdaki gizli "beyaz adam misyonu" ve "Oryantalist bakışı" bir kenara bırakalım. Yapılan bu "iki Türkiye" ayrımı muhaliflere moral üstünlük hissi veriyor olabilir. Ancak bu çarpık okuma muhalifleri pasifize eden bir kötümserliğe de yönlendiriyor. Türk seçmeni ile sahici bir dönüşüm ilişkisi kurmasını engelliyor. Batı medyasından alınan "zehirli gıda" sadece ümitleri öldürüyor.
Bu gidişle Türk milletinin tercihinin demokratik olduğunu kabul etmeyenlerin travması hiç iyileşmeyecek.