Batı başkentlerinde gittikçe netleşen ortak bir Türkiye yaklaşımı var. Somut menfaatler (terörle mücadele ve mülteciler krizi gibi) gündeme geldiğinde ittifak ilişkileri çerçevesinde "yapıcı" müzakerelerde bulunmak. Ancak aynı zamanda "basın özgürlüğü" konusu etrafında "otoriterleşme" tezini bir sopa olarak elinde bulundurmak. Bu sopayı elinde bulundurmak hem "özgür" Batı medyasında "diktatörlük" söylemi etrafında Türkiye aleyhtarı kampanyanın yürütülmesine müsaade etmek demek. Hem de Türkiye karşıtı terör gruplarının elemanlarının "özgürlük" bahanesiyle kamusal alandaki varlıklarına açık destek vermek anlamına geliyor. Bunun en son örneklerini Brüksel'deki PKK çadırı ve Washington'daki PKK ve paralel yapı unsurlarının Cumhurbaşkanı Erdoğan'a yönelik protestolarında gördük. Nitekim geçen hafta Başkan Obama da Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz da aynı yaklaşımın uzantısı açıklamalarda bulundular.
Önce Türkiye ile ilişkilerin, işbirliğinin eski temellerine vurgu yaptılar, sonra demokrasi konusunda "eleştirilerde" bulundular. Elbette Türkiye'nin Batı'nın PKK'ya verdiği desteğin "müttefiklikle açıklanamaz bir durum" olduğu eleştirisini görmezden gelerek. Nükleer Güvenlik Zirvesi sırasında Obama, Erdoğan ile baş başa görüşmesinde gündeme getirmediği "basın özgürlüğü" konusunu soru üzerine açtı ve "basına karşı benimsedikleri yaklaşımın, Türkiye'yi çok rahatsız edici bir yola sürükleyebileceğine inanıyorum" cümlelerini kullandı.