Yaşadığımız dönüşümü güçlü liderler üzerinden tartışmaktan hoşlanıyoruz. Modernleşme serüvenimizdeki kırılmalara ya da değişime dair kanaatlerimizi liderlere olan sevgimizle ya da nefretimizle anlatmayı seviyoruz.
Bu eğilimimiz tarihin halkalarını birleştirmekte ve anlamlandırmakta oldukça kullanışlı. İktidar konsolidasyonu sağlayabilen aktörler başarının ya da hataların sembolü olarak hafızalara kaydediliyor. Böylece gerektiğinde liderlerin algısı taraftarları ve muhalifleri nezdinde sürekli yeniden üretiliyor.
Bu algıların tarihi gerçekliğe ne kadar uygun olduğundan ziyade kitlelere ilham verebilmesi önemli oluyor. Liderlerden alınan ilhamın siyasi- ideolojik çizgileri belirlemesi sadece sağa özgü değil. Menderes ve Özal muhafazakâr kesimler için, Ecevit sol çevreler nezdinde ülkenin selameti için üretilen ideolojik önerilerin etraflarında somutlaştığı liderler. Ancak modernleşme tarihimizde özellikle üç siyasi şahsiyet yoğun bir polemik konusu olarak öne çıkıyor: II. Abdülhamid, Mustafa Kemal Atatürk ve Recep Tayyip Erdoğan. Ve elbette birbirleriyle yapılan kıyaslama üzerinden övme ya da yerme amacıyla. Böylece yarışan siyasi duruşlar tarihi yeniden yazıyor zihinlerde; zaferler ya da hezimetler, başarılar ya da ihanetler olarak...