Türkiye kendisine yönelik "finansal atakla" mücadeleye devam
ediyor.
Son beş yılda yaşanan türbülansın getirdiği siyasi bilinç sebebiyle
milletimiz kur manipülasyonlarının arkasındaki gizli eli
görebiliyor. Bu manipülasyonların 2013'te başlayan saldırı
serisinin son sahnesi olduğunu düşünüyor. Ekonominin paydaş
aktörleri de paniklemeden direnç göstermenin ve bu türbülansı
aşmanın çarelerini arıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın çok sayıda ülke
lideriyle yürüttüğü diplomatik müzakereler buna matuf girişimler.
Erdoğan döviz kuru saldırısını içeriye anlatarak milli direnci
pekiştiriyor. Dışarıya ise AK Parti'nin 6. Olağan Kongresi'nde
vurguladığı gibi "oyunu gördük meydan okuyoruz" mesajını veriyor.
Bu uyarı yarın benzer ekonomik saldırılara uğrayacak ülkelere de
ulaşmalı. Aslında Türkiye, küresel krizlerin bazılarını önceden
yaşayan bir ülke olarak dünya ölçeğinde gelen bir kaosun ilk
dalgası ile yüzleşiyor. Zira kasım seçimlerinde Evanjelist oylara
talip olan Trump, Türkiye'yi seçim malzemesi olarak odağa koymuş
durumda. Bu şekilde "hedef alınmayı atlatabilen" Türkiye, yapısal
hale gelme yolundaki "dünya ticaret savaşları dönemine" daha güçlü
girecek. Tıpkı 2001 krizini gören Türkiye'nin 2008 finansal krizini
geçiştirebilmesi gibi yeni türbülanslara hazırlık yapmış olacak.
Ancak Türkiye'nin hedef alınmasının büyük fotoğrafta başka bir
anlamı var. Dünya, yeni güç savaşlarının ve stratejik tercihlerin
yapılacağı bir evreye giriyor. ABD zoruyla önde gelen ülkeler
uluslararası konumlarını ve ittifak ilişkilerini yeniden tanımlamak
durumunda. Ve Trump'ın çıplak güç kullanımı ve değerleri
umursamayan haliyle bu gidişat aslında herkese ayan beyan olan bir
süreç olarak işliyor.
İşte bu yüzden Almanya ve Fransa, Türkiye'ye yapılan "ekonomik
saldırının" Avrupa için de ciddi stratejik sonuçları olacağının
farkında. Biliyorlar ki Türkiye-AB ilişkilerindeki tüm gerilimlere
rağmen Türkiye'nin ağırlıklı ekonomik entegrasyonu Avrupa ile.
Ve Ankara, sadece "ekonomik istikrar" için değil güvenlik, mülteci
akını ve kıtanın aşırı cereyanlara teslim olmaması için kritik
önemde. Hele hele Merkel gibi liderler Türkiye'nin dalgakıran
rolünün zayıflaması durumunda Ortadoğu'dan gelecek fırtınanın
Avrupa'nın kapılarını nasıl yıkabileceğini çok iyi görüyor.
Farkındalar ki, tam üyelik olmasa bile Türkiye'nin Avrupa ile
birlikte uyum içinde olması AB'nin yaşayabilmesi gereklidir.
Avrupa'nın önde gelen devletlerinin uzun vadeli stratejik çıkarları
için de Türkiye "istikrar" içerisinde olmalı. Yani mesele
Türkiye'nin ABD tarafından izole edilmesi değil. NATO'yu
etkisizleştiren Trump Yönetiminin Türkiye'yi NATO dışına
sürüklemesi de değil. Türkiye'yi hedef alan yaklaşımın yıkıcı
sonuçları en azından sınırlandırılmazsa yanı başlarına bambaşka bir
"jeopolitik deprem" geliyor. İşte bu sebeple Avrupa'nın daha etkin
bir şekilde devreye girmesinin zamanı. Erdoğan'ın ABD'ye stratejik
ortaklığı geçtik bizi "stratejik hedef" haline getirdiniz uyarısını
Trump oy kaygısıyla umursamayabilir. Ancak Avrupalı liderlerin
Türkiye ile ekonomik entegrasyonu artıracak hamleleri yapma zamanı.
Vize serbestisi ve gümrük birliğini güncelleme ile başlanabilir. Bu
hamleler sadece Türkiye'yi Batı ittifakı içinde tutmaya katkı
sağlamayacak. Aynı zamanda ABD'nin ürettiği kaosa karşı stratejik
dayanışmanın temelini oluşturacak. Erdoğan'ın "yeni müttefikler
arama" uyarısı bir eksen tercihine işaret etmiyor. ABD'nin yeni
küresel rolünün yarattığı krizlere cevap arama çabası. Bu ihtiyaç,
Transatlantik ittifakın içi boşalmakta olduğu için aslında Avrupa
ve Kanada için de geçerli. Rusya, Çin ve diğer yükselen güçlerle
yeni müzakerelere girmek zorunda kalacaklar. Erdoğan bunu en erken
gören lider. Uyarılarına kulak vermekte fayda var.