Cumhuriyet döneminde Türkiye'deki İslami hareketin laikçi
rejimle hesaplaşması uzun bir hikâyedir. Devletin nasıl algılandığı
ve muktedirlerle nasıl bir ilişki yürütüldüğü bu hikâyenin nirengi
noktalarını belirlemiştir.
Genç Osmanlıların da II. Meşrutiyet İslamcılarının da ana sorunsalı
Osmanlı'nın nasıl kurtarılacağıydı. İslamcılar, ümmetin maslahatını
gerçekleştirmenin yolunun devletin dirliğinden geçtiği üzerinde
büyük bir ittifak içinde oldular.
İslam dünyasının neden geri kaldığı sorusuna "liberal anayasacılık"
cevabını bulduklarında da tarihin ve coğrafyanın devletin gücünü
korumasını icbar ettiğinin farkındaydılar. Bu yüzden,
Osmanlı-Türkiye bağlamında kendisini bir medeniyet perspektifi
olarak formüle eden İslamcılık, muhalif olduğu kadar devletlü bir
hareket de oldu. Rejimler sorunlu bulunurken uzun erimli bir yapı
olarak devlet düşmanlaştırılmadı. Nitekim, Erken Cumhuriyet
döneminde Meclis'ten ve siyasetten tasfiye edilen İslamcılar laikçi
rejimden muzdarip idiler, ancak devleti karşılarına almamakta
hassas oldular.
Bütün sorunlara rağmen devlete bağlılık "yerli" olmanın ve kalmanın
gereği olarak görüldü. Biatın bir sözleşme
olduğunu vurgulayan İslamcılar, devletleri aleyhine olacak
şekilde uluslararası ittifaklara girmemeyi bu topraklara ve ümmete
duyulan derin bağlılığın gereği olarak bildiler. Cumhurbaşkanı
Erdoğan'ın "bu coğrafyanın, bu toprağın hafızası insanınkinden daha
güçlüdür. Kendisini seveni, kendisine hizmet edeni ödüllendiren bu
topraklar kendisini satanın cezasını da mutlaka verir" cümleleriyle
işaret ettiği işte bu aidiyet hissidir.