Tahran Zirvesi sonrasında İdlib'de ne olacağı ciddiyetini koruyor. Zirvenin canlı yayınlanmasıyla Başkan Erdoğan'ın İdlib konusunda Rus ve İranlı liderlerle gergin bir müzakere yürüttüğü tüm dünyanın gözü önüne serildi. Erdoğan'ın "ateşkes" çağrısı Putin ve Ruhani tarafından kabul görmese de uluslararası kamuoyunun dikkatini çekti. Yine WSJ'de yayımladığı makale ile Erdoğan, dünyayı Esad'ı durdurmaya çağırdı. İdlib'in "kan gölüne çevrilmesinin" engellenmesini istedi.
"Kapsamlı bir uluslararası terörle mücadele operasyonu" önerisinde bulundu. Bu öneri Moskova'nın hoşuna gitmezken, Batılı ülkelerden, özellikle İngiltere'den destek gördü. Yine BM Güvenlik Konseyi'ndeki iki oturumda İdlib'in geleceği ve Astana sürecinin başarısı/ başarısızlığı tartışıldı. Bu arada ABD, Fransa ve Almanya "kim- yasal silah kullanımı" durumunda müdahale edeceklerini açıklamayı sürdürüyor. Hatta Fransız Dışişleri Bakanı Jean-Yves Le Drian, İdlib'e yapılan "gelişigüzel bombardımanın savaş suçu sayılması" gerektiğini ifade etti.
Gözler hem Rusya-İran ile hem de Batı İttifakı ile birlikte çalışabilen Türkiye'nin İdlib'de neler yapabileceğine odaklandı. Türkiye'nin çabası "son şans" olarak değerlendiriliyor.
Ankara, bir yandan İdlib konusunda uluslararası bir kamuoyu oluşturuyor. Suriye'nin geleceği için siyasi süreç seçeneğinin Batı başkentlerinde yeniden ana gündem maddesi olması için çabalıyor. Diğer yandan ise Moskova ile İdlib'de bir ortayol bulmak için müzakerelerini sürdürüyor. Dünya medyasının da Tahran zirvesinden sonra İdlib krizi etrafında üç konuya odaklandığını söyleyebilirim:
1- İdlib'deki anlaşmazlık sebebiyle Türkiye ve Rusya'nın arasının açıldığı ve Astana'nın çökme aşamasına girdiği. 2- Türkiye'nin Suriye'de Rusya'dan uzaklaşarak ABD'ye yakınlaştığı. 3- HTŞ ve diğer radikal gruplarla nasıl mücadele edileceği.
Daha önemlisi, petrol ve su kaynakları YPG işgalindeki bölgede bulunuyor. Türkiye - Rusya arasındaki çok boyutlu (savunma sanayisinden enerjiye kadar) işbirliğinin İdlib sebebiyle krize girmesi tarafların uzun vadeli menfaatlerine de aykırı. Ankara, ılımlı muhalifler olmadan Suriye'de kalıcı bir barış olmayacağını en iyi gören başkent. Ayrıca, İdlib'de 12 gözlem noktası olan Türkiye'nin bu krizde kenarda seyirci kalması beklenemez. Bu sebeplerle Ankara ve Moskova'nın yeni bir gerginliğe girmek yerine, Tahran ve Şam'ı dengeleyecek bir formül bulmaları daha akla yatkın görünüyor. *** Washington ve Avrupa başkentlerinin Suriye'deki insani dram ile ilgilenmeleri ve Türkiye'ye destek vermeleri olumlu bir gelişme. Ancak bu desteğin cümlelere dökülmesi yeterli değil. Siyasi süreci canlandıracak diplomatik faaliyetlere ağırlık verilmesi gerekiyor. Rusya, İran ve Esed'in İdlib'e operasyon konusunda baskılanması sürdürülmeli. Muhtemel çözümler hakkında Ankara ile daha aktif işbirliği içine girilmeli.
Esed rejiminin ılımlı muhalifleri tasfiye etmesine göz yummak Suriye'deki siyasi geçiş sürecini bitirir. Kurtulduk zannedilen radikal unsurlar farklı terör yöntemleri ile geri gelir. Tıpkı Irak ve Afganistan örneklerinde görüldüğü gibi. Bu tehditler en çok da Türkiye dahil Avrupa'yı etkiler. ABD, YPG etrafındaki Suriye politikasını revize etmedikçe Washington-Ankara hattında gerilim daimi olur. Konjonktürel yakınlaşmalardan Rusya ve İran'ı Suriye'de sınırlandıracak sonuçlar çıkmaz. Son konu olan HTŞ türü radikal unsurların deradikalizasyonu meselesi sadece Türkiye'nin sorunu değil. Moskova, İdlib çatışmasızlık bölgesinde bu grupların eliminasyonundan Ankara'yı sorumlu tutuyor.
Ankara'nın HTŞ'ye örgütü dağıtma yönündeki teşvikinin kabul görmesini umalım.
Ancak deradikalizasyon literatürü başarıdan ziyade başarısız örneklerle dolu. Bu çabada Türkiye'nin hem Rusya'nın süre tanımasına hem de Batı ülkelerinin desteğine ihtiyacı var.