Terörle mücadele her geçen gün dünya başkentlerinin birinci
önceliğine dönüşüyor.
11 Eylül saldırılarından sonra ABD'nin yarattığı ortam kadar olmasa
da yeni bir terörle mücadele dalgasına girdiğimiz açık.
Son iki günün medya gündeminde Londra Köprüsü'ndeki minibüs
saldırısı, Rakka operasyonunun başlaması ve Körfez ülkelerinin
Katar ile diplomatik ilişkilerini kesmesi bulunuyor.
Aslında birbiriyle bağlantısız üç konu aynı tema etrafında
toparlanıyor: DEAŞ terörü ile mücadele.
Marttan bu yana üçüncü terörist saldırıya muhatap olan Britanya'nın
Başbakanı May, son üç saldırı arasında doğrudan bağlantı olmadığını
söylese ve henüz saldırıyı üstlenen olmasa da parmaklar DEAŞ'ı
gösteriyor.
May, ülkesinde "aşırılığa çok fazla tolerans" gösterildiği
kanaatinde.
Ve daha sert önlemler alacaklarını söyledi.
Bu karar bekleniyordu ancak Trump'ın Riyad seyahati sonrasına denk geldi.
Hatırlanırsa Trump Riyad'da, Arap liderlerle aşırılıkla mücadele ve terör örgütlerini destekleyen İran'ı çevreleme hakkında görüşmeler yapmıştı.
İlginçtir, bu önemli ziyaretten günler sonra Suudi Arabistan ve BAE önderliğindeki yedi ülke dün "terör gruplarını desteklediği" iddiasıyla Katar'la diplomatik ilişkilerini kesti.
Bu gruplar DEAŞ ve El-Kaide'den İran bağlantılı örgütlere kadar uzanıyor.
Söz konusu tepki 23 Mayıs gecesi Katar Emiri Şeyh Temim bin Hamad Al Sani'ye atfedilen "Trump'a karşı ve İran'ı destekleyici" açıklamaların Katar Resmi Haber Ajansında (QNA), yayınlanmasına yönelik.
Katar Hükümetinin QNA sitesinin siber saldırıya uğradığını duyurması ise gerilimi düşürmedi.
Ve tepkiler Katar'ı izole etmeyi hedefleyen bir kampanyaya dönüştü. *** Bahsettiğim üç olay Ortadoğu'nun "Sünni ya da Şii kökenli aşırılıkla mücadele" etrafında yeni bir gerilimçatışma dönemine girdiğini gösteriyor.
Büyük güçler, küçük ülkeler ve terör gruplarının hepsini birden hareketlendiren kaotik bir döneme ayak basmış durumdayız.
Kuşkusuz Müslüman toplumlardan çıkan aşırılıkla mücadeleyi "terörü yok etme" formülüne indirgeme alışkanlığı hiç de yeni değil.
11 Eylül 2001'den sonra bu ABD ve Avrupa'nın ana yaklaşımı oldu.
2013'ten bu yana DEAŞ ile mücadele de bu çerçevede yürütülüyor.
Hatta DEAŞ'ı yok etmek için YPG ve Şii milislere alan açarak ABD huyundan vazgeçmedi.
Bir terör örgütünü (DEAŞ), müttefikinin (Türkiye) can düşmanı başka bir terör örgütü (PKK-YPG) ile tasfiye etmeye çalışıyor.
Elbette yeni çatışmaların zeminini hazırladığını bilerek.
Nitekim ABD'nin son Şam büyükelçisi Robert Ford, YPG'ye silah verilmesinin tehlikelerini çok açık dillendiriyor: "Kısa vadede iyi olabilir ama orta ve uzun vadede çok kötü sonuçlar yaşanabilir. PYD çok hırslı, bu Sünni radikal hareketlere desteği artırabilir. Rakka'yı DEAŞ'tan alabiliriz ama El Kaide 4.0 sürümü karşımıza çıkabilir." *** Batı hakimiyetindeki uluslararası sistemin terörle mücadeleyi "kökenleri kurutma" anlamında kapsamlı bir politikaya çevirmemesinin maliyetlerini en çok Ortadoğu halkları tecrübe etti.
Bölgedeki aşırılıkları besleyen Filistin sorununu ya da Batı destekli otoriter rejimlerin zulümler görmezden gelindi.
Demografiyi ihmal eden ABD'nin Afganistan ve Irak işgallerinin bu ülkeleri ve komşularını terör bataklığına çevirdi.
Arap isyanlarının Körfez ülkeleri marifetiyle iç savaşlara dönüştürülmesine göz yumuldu.
DEAŞ ile mücadele ise her geçen gün Irak ve Suriye'yi bölünmeye götürecek bir yolda gidiyor.
Bugün Trump yönetiminin teröre yaklaşımı yine sadece askerlerin elinde.
Ve Şii radikalizmini ve İran'ı da hedefe oturtma ilavesiyle birlikte.
Obama'dan Trump'a miras kalan hatalı DEAŞ mücadelesi Ortadoğu'daki ülkeleri terör örgütlerini "vekiller" olarak kullanmaya itti.
Bu da "benim teröristim iyi, senin teröristin kötü" yaklaşımını doğurdu.
Ve şimdi Katar'a izolasyonda görüldüğü üzere konjonktürü uygun bulan aktörler hasımlarını kendilerince "terör örgütü" addettikleri gruplarla ilişkisi üzerinden sıkıştırabilecek bir imkana sahip oldu.