2010 yılında yayımlanan "Kartal Gözüyle Laiklik" kitabımda, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın bir Atatürk kurumu olduğunu anlatmış, Atatürk'ün bu kurumu kuracağı zaman danıştığı kişilerden birisine "Peki çocuk, şu Sultanahmet Camii imamının maaşını kim verecek?" diye sorduğunu "Cemaat toplar verir Paşam" yanıtını alınca "Hayır hayır, onları cemaatin eline baktıramayız, biz vereceğiz" dediğini aktarmıştım. Diyanet İşleri Başkanlığı'nın korunmasını istemiş, Diyanet'e bütçeden verilen payı dillerine dolayanların, Batı ülkelerindeki kilise vergisinden neden söz etmediklerini de sormuştum. Daha da ileriye gitmiş, başta Orta Asya Türk Cumhuriyetleri olmak üzere tüm İslam Dünyasına Diyanet modelini önermiştim.
Aradan geçen 8 yıl boyunca, ben değiştim, düşüncelerim değişti, Diyanet ise öyle değişti ki tanınmaz bir halde.
Bu arada Lenin'in modelini hatırladım.
Lenin, 1917 Ekim devriminden kısa bir süre sonra bir kararname yayımlayarak ülkesinde "Kilisenin devletten, okulun kiliseden ayrıldığını" açıkladı. Bu ilke daha sonra aynen Sovyet anayasasına da girdi. Deniliyordu ki bu kararnamede: "Okullarda dinsel öğretilerin okutulmasına izin verilemez. Sovyet devletinde din, yurttaşların özel işidir. Yalnızca özel ortamlarda öğrenilebilir ve öğretilebilir." Bu kararname ile kilise dernekleri ve dinsel dernekler kurulmasına izin veriliyor ve bunların hukuksal durumu şöyle ifade ediliyordu:
"Onların hiçbir hukuksal üstünlükleri yoktur ve onlar devletten yardım alma isteminde bulunamazlar. Bütün bu dernekler dindarların gönüllü olarak verdikleri bağışlarla yaşamalıdırlar. Zorunlu biçimde onların adına ve hayrına bağış toplamak ve para biriktirmek kesinlikle yasaktır."
Kararname, kilisenin emlakini halk malı ilan etti ve aynı zamanda ibadet binaları ve eşyalarının uygun dinsel örgütlere parasız yararlanmak üzere özgülenmesini de kabul etti.