Türkiye’de bilerek, fikri takip yapılarak muhalefet yapılmadığına dair en somut ve en güzel örnek herhalde 65. Hükümet’in ekonomi yönetimine ilişkin yaptığı görev dağılımına yönelik itiraz ve eleştirilerdir.
Biliyorsunuz, başbakan yardımcılıkları esasında devletin stratejik
kurumlarının bağlı olduğu koordinasyon bakanlıkları olarak
düşünülmüş yürütme müesseseleridir.
Ekonomiyle ilgili koordinasyon ve yürütmenin yapıldığı başbakan yardımcılığını 64. Hükümet’te Sayın Mehmet Şimşek yürütüyordu ve bu bakanlığa, Merkez Bankası, kamu bankaları, Hazine gibi stratejik kurumlar bağlıydı. Ancak bu kurumları denetleme pozisyonunda olan Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK), Sermaye Piyasası Kurumu (SPK), Tasarruf Sigorta Mevduatı Fonu (TMSF) da aynı bakanlığa bağlanmıştı. Dolayısıyla, şekilsel olarak denetlenen ve denetleyenin aynı kuruma bağlı olması gibi “acayip” bir durumla karşı karşıyaydık. Ama nedense sürekli olarak bağımsız düzenleyici ve denetleyici kurumların öneminden ve bağımsızlığından bahseden çevreler, bu pek uygun olmayan durumu görmezden geliyor ve burada böyle bir “tek başlılık” olmaması gerekir, burada hem denetleyen hem denetlenenin “patronu” aynı olamaz, burayı düzenleyin demiyorlardı.
Çifte standart
TCMB’nin bağımsızlığını dillerine pelesenk edenler, araç bağımsızlığını görmezden gelip, bunu amaç bağımsızlığıyla karıştırarak Merkez Bankası’nın bağımsız olmadığını savunanlar, kamu bankalarına “bakan”la BDDK’ya “bakan” nasıl aynı kişi olabilir diye sormuyorlardı.
Kredi ve derecelendirme kurumlarının bütün Türkiye değerlendirmelerinde, bağımsız düzenleyici ve denetleyici kurumlara, şu veya bu şekilde, gönderme yapılır ve bunların “bağımsızlığını” koruması konusunda hükümete gerekli uyarılarda bulunulurdu ama bir kere bile bu değerlendirmelerde 65. Hükümet’e kadar sürdürülen bu “acayip” durumdan şikâyet edildiğini görmedik.
‘Bağımsız’ kurumlar
Kaldı ki şu “bağımsız” kurumlar meselesinin küresel sermaye için ne denli önemli olduğu hepimizin malumu. Bu “bağımsız” kurumların hikâyesi ve önemi seksenli yılların başına dayanır. Seksenli yıllar, devletin ekonomiye merkezi bir müdahale aracı olmaktan çıkarak, stratejik alanlardaki tekel konumunu terk etmeye başladığı yıllardı. Örneğin enerjide devlet, üretim, dağıtım, yatırım fonksiyonlarını devrederken fiyatlamayı da sözüm ona “piyasaya” bırakıyordu. Ama doksanlarda görüldü ki fiyatları piyasa değil, tekeller, piyasa dışı güçleriyle belirliyor. Böylece düzenleyici kurumların piyasayı, piyasa mantığıyla düzenlemesi öne çıktı. Ama bu, işin meşru -teorik- kandırmacasıydı.