Türkiye’nin gündeminde olan değişim sürecinin 15 Temmuz darbe girişimiyle hızlandığı artık tartışmasız bir gerçek. Yeni anayasa ve başkanlık sistemi, hiç şüphesiz ki, Türkiye için bir sistem değişikliği... Bu köklü -niteliksel- değişikliğin ekonomik gidişatı nasıl değiştireceği tabii önemli bir tartışma konusu ama şunu da söyleyebiliriz; ekonomide olması gereken, ekonomik sürecin dayattığı değişim talebi, önümüze gelen siyasal değişimi de belirliyor ve yönlendiriyor.
Benim buradaki gözlemim şudur; özellikle Türkiye’nin ana sermaye
grupları, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, çok uzun bir süreden beri
savunduğu yeni Türkiye vizyonunu, bu süreçte masaya yatırma ve
anlama doğrultusunda bir irade gösteriyor.
Esasında, tarihsel olarak baktığımızda, aşağıdan gelen ve eski
ekonomiyi tasfiye ederek yeni bir sermaye gücü olan sınıflar,
siyasi iktidarları da kendilerine ayak uydurması doğrultusunda
zorlarlar hatta bu zorlama yeterli olmazsa siyaset kurumunu “eski”
ilan ederek kökten değiştirirler.
Tabii böyle tarihsel toplumsal bir değişimin en özlü örneği
İngiltere’deki “devrim” çağıdır. 17. yüzyılın hemen başında,
şimdiki Birleşik Krallık coğrafyasında başlayan bu süreç, tam bir
yüzyıl sürmüş ve sanayi evrimiyle buluşarak, önündeki iki yüzyılı
(19 ve 20. yy) belirlemiştir.
Türkiye’de ise aşağıdan gelen sermaye gücünün devleti ve siyaseti
yapılandırması gibi bir süreç izlemedik. İngiltere başta olmak
üzere, sanayi devriminin yapıcısı ve onun paradigmasını devam
ettiren güçler ve devletler, kendileri dışındaki ülkelerdeki ve
bölgelerdeki siyaseti dizayn ederek, bu ülke ve bölgelerin de
ekonomisini belirlemiş ve bu ekonomide kendilerine “bağımlı” bir
sermaye gücü oluşturmuşlardı. Böyle olunca, son iki yüzyılda,
sanayi devrimi ve öncesinde hakim sermaye olarak sistemi belirleyen
gücün çıkarları dışında, hiçbir ülkenin, bölgenin çıkarları
konuşulmamıştır. Bunu konuşmaya kalkanlar da iç savaş, bölgesel
savaş süreçlerinde ve darbelerle tesis edilen diktatörlüklerle yok
edilmiştir.