İnsanlar mahallelerini kendileri seçerler.
Kendi tarihlerini, hafızalarını, aidiyetlerini son derece seçici bir şekilde, değişen zamanlarda, farklılaşan ihtiyaçlara göre yeniden, yeniden kurarlar.
İnsan bir mahalle içine doğmaz aslında. Birçok mahalle ile temas eder büyürken, yaşarken, birçok farklı mahallenin kenarından geçer.
Tıpkı benim geçtiğim gibi.
Şimdi müsaade ederseniz, bugüne kadar yazım tarzımdan farklı bir şekilde, bugüne kadar alışık olduğunuz kuru, enformatif ve sıkıcı yazılarımın aksine, daha duygusal, kişisel ve belki de hamasi bir tarzda kendi hikâyemi anlatacağım.
Mahallenin kara koyunu olma hikâyemi. Siyasi kimliğimin neredeyse bugünkü çizgiye geldiği yaş olan 14-15'ten sonra hep aile çevrelerinde tuhaf fikirleri olan çocuk olarak algılanma hikâyemi. ODTÜ'de hocam olan bir profesörün, muhtemelen kafasında “bizden” olarak kodladığı parlak bir öğrencisinin sınıftaki tartışmalarda kendisinden beklenmeyen yorumlar yapması üzerine, odasına çağırıp, “bu Kürtçü, İslamcı ağızları nereden öğrendin” sorusunu sormasına sebep olan hikâyeyi. Daha şefkatli olanların aslında ikna edilse “bizden” olur “hüsn-ü zanı” ile baktığı, daha acımasız olanların ise direkt satılmış ve hainlikle yaftaladığı hikâyemi.
Bir “beyaz Türk”ten, bir “yandaş” oluşturan hikâyemi.
İsterseniz başlayalım. Her şey, Türkiye'ye gelmemle, babamın lisansüstü eğitimi için bulunduğumuz California'dan, eve dönme vakti ile başlıyor.
Okulumdan, evimden, arkadaşlarımdan ayrılıp, kendimi pek de aşina olmadığım bir kültürde, Türkiye'de bulmamla ve buraya intibak etme dönemimle başlıyor.
7 yaşında dedemle ve Menderes ile tanışmamla başlıyor.