Birinci Dünya Savaşı’nın istikametinin belli olmaya başladığı 1916 yılında müttefik devletlerin başkanları, Fransa Versay'da buluşacaktı.
İngiltere Başbakanı Lloyd George, Fransa Başbakanı Georges Clemenceau ve ABD Başkanı Woodrow Wilson'ın gündeminde savaş sonrası kazanılan toprakların akıbeti vardı. ABD Başkanı Wilson, Wilson ilkeleri olarak da bilinen self-determinasyonu savunuyordu. Yani Orta Doğu'da hakların kendi kaderlerini tayin ederek, seçtikleri şekilde yönetilecek bir sistem öneriyordu.
Ancak eski kıtanın emperyal güçleri buna taraftar değildi. Fransa ve İngiltere, Orta Doğu topraklarını kendi hâkimiyetleri altında paylaşmanın derdindeydi.
İki ülke de bu sürede farklı Arap gruplarına farklı sözler vermişti. Yüzyıllar boyunca Osmanlı idaresi altında olan Orta Doğu'nun modern sınırları belirleniyordu.
Fransa Başbakanı Clemenceau, İngiliz muhatabı George'a ne istediğini soracaktı. George “Musul” dedi, Clemenceau “başka?” diye soracaktı. “Kudüs.”
İngilizler daha önceden anlaştıkları Şerif Hüseyin'i satacaktı. Suriye'yi Şerif Hüseyin'e vermeyi taahhüt eden İngiliz yönetimi, Musul'un petrolü karşılığında Suriye'yi Fransızlar'a bırakacaktı. Ve Musul, Bilad-el Şam hinterlandından koparılıp, İngiliz mandası altındaki Irak'a bağlanacaktı.
Sykes-Picot düzeni olarak bilinen modern Orta Doğu sınırları 21. yüzyılın başında beklenmedik bir şekilde yeniden tartışılmaya başlandı. Bu tartışmayı tetikleyen kanlı bir terör örgütü olacaktı.
DEAŞ, bu sınırları tanımadığını deklare ederken, hem Suriye'de, hem de Irak'ta geniş toprakları ele geçirmeyi başaracaktı.
İran'ın Irak ve Suriye'de nüfuz sahibi olması yeni bir gelişme değil. İran devriminden sonra, Irak'la bir savaşa giren İran, Suriye'de Esad rejimi ile ittifak geliştirme yoluna gitti. Irak müdahalesi sonrasında ise, Baas rejiminin tasfiyesi sırasında, İran, Irak'ta ciddi bir etkinlik alanı buldu.
Ancak neredeyse tarihin tekerrürü şeklinde Suriye ve Irak'ın yeni bir işgal alanına geçmesi, Obama yönetimi sayesinde oldu.