Gerçek şu ki, bugün İslâm dünyasının, özellikle İslâm medeniyeti
etrafında aynı inanç, tarih ve kültürle şerefli ortak maziyi
paylaşan, halklarının akraba olduğu bölge ülkelerinin, bütün etnik
ve mezhebî renkleri bünyesinde barındıran anlayışla 24 Şubat
1955’te Bağdat’ta imzalanan Bağdat Paktı benzeri siyasî, iktisadî,
kültürel işbirliğiyle savunma ve güvenlik anlaşmalarına ihtiyacı
var.
Nisan 1911’de, Şam’da yüzden fazla İslâm âlimiyle on bini aşkın
cemaate hitabında, İslâm dünyasının istikbâlinin ve Müslüman
tâifelerinin dünyevî ve uhrevî saadetlerinin, “milliyetleri
İslâmiyetle mezcolmuş (kaynaşmış), büyük ve muazzam Arap ve Türk
gibi hâkim üstadlara bağlı olduğunu” belirten Bediüzzaman’ın, başta
Arap tâifeleri ve Müslüman milletlerin, “kırk-elli sene sonra
Cemâhir-i Müttefika-i Amerika (Amerika Birleşik Cumhuriyetleri)
gibi en ulvî bir vaziyete girmeye, esârette kalan hâkimiyet-i
İslâmiyeyi eski zaman gibi küre-i arzın nısfında (yarısında), belki
ekserisinde te’sisine muvaffak olmasını Rahmet-i İlâhiyeden
kuvvetle bekliyoruz” duâsının mânâsı budur. (Hutbe-i Şâmiye,
61-62)
Bu bakımdan, Bediüzzaman, ecnebi ifsadlı zâlimane kargaşa, iç savaş ve iftirak projeleriyle tefrikaya düş(ürül)müş İslâm ülkelerinin Bağdat Paktı benzeri plâtformlarda bir araya gelerek bütün alanlarda tam bir işbirliğiyle güç birliği yaparak “meşveret ve şûrâ” temelli demokratikleşme vetiresiyle “İslâm cumhuriyetleri birliği”ne zemin oluşturmalarını ders verir.