“Darbe girişimi” sonrası OHAL kapsamında peşpeşe çıkarılan
KHK’larla onbinleri bulan toplu gözaltılar ve onbine yaklaşan
tutuklamalar birçok haksızlık ve hukuksuzluğa teşne.
Başbakan sürecin “intikam operasyonu”na dönüşmeyeceğini söylese de,
eğitimden sağlığa özel kurum ve kuruluşları toptan tasfiye ve
özellikle kamuda dalga dalga yaygınlaştırılan işten el
çektirmelerle sürecin bir cadı avına dönüşeceği endişeleri
artıyor.
Öncelikle belirtelim ki, bütün demokratik ülkelerde olduğu gibi Silâhlı Kuvvetlerin ve istihbarat birimlerinin sivil demokratik otoriteye bağlanması, “profesyonel ordu”ya gidilip askerin bir daha darbeye kalkışacak zemin bulamamasını sağlayacak tedbirler alınması elbette önemli.
Başta Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi olmak üzere Türkiye’nin imza atıp taahhüd ettiği AB demokratik kriterleri kapsamında tüm vatandaşların herhangi bir ayırım yapılmaksızın bütün insan hakları, inanç, düşünce, vicdan ve temel özgürlüklerinin teminiyle, yargı bağımsızlığının ve tarafsızlığının sağlanması; eğitimden siyasete bütün sosyal alanların demokratikleşmesi âcilen gerekli.
Ancak, Türkiye’nin 150 yıllık meşrûtiyet – demokrasi sürecinde millet irâdesinin temsilcisi Meclis’i devre dışı bıraktırarak, toplumun geniş kesimlerini ve muhalefeti dışlayarak kararnâmelerle tepeden “devletin yeniden yapılandırma” ameliyesi ve dizaynı ciddî rahatsızlıklara sebebiyet verir.
31 MART HÂDİSESİNE BENZER…
Tesbit şu ki, son yıllarda en üst düzeyde tahriklerle, kutuplaşma ve kamplaşmayla toplumun birbirine kırdırıldığı, vatandaşların fütursuzca âdeta “düşman kamplar”la iç çatışmaya sürüklendiği dehşet karmaşasında “darbe kalkışması”nın bir iç savaş ve kaos plânı olduğu ortada. Suriye’de onlarca muhalif grubun birbiriyle kıyasıya çatıştığı, iç savaşla yarım milyon insanın katledildiği ve “büyük Ortadoğu projesi”nin senaryolarıyla bölgenin bölünüp parçalanmaya çalışıldığı vetirede, “darbe ile mücadele” ederken toplumun hassasiyetlerine dikkat edilip bu vartaya düşülmemesi icâb ediyor.
Bu açıdan, suçlu – suçsuz gözetilmeden, “kurunun yanında yaşın da yanması”na, cuntacı darbeciler ve destekçileriyle birlikte, olup bitenlerden hiç haberi olmayan, dahası câniyâne kalkışmaya şiddetle karşı olan masumların “soruşturma” paravanında hedefe konulması fevkalâde tehlikeli.
Aslında son kanlı ve karanlık “darbe kalkışması”, Bediüzzaman’ın, Divân-ı Harb-i Örfî (sıkıyönetim) Mahkemesindeki müdafaasında, “Zemin bataklık, dam (tuzak) ve plân serilmişti. Mukaddes olan itaat-ı askeriye fedâ edildi” dediği 31 Mart (1909) hâdisesini ve daha sonra Lâhikalarda “hususan ihtilâle sebebiyet veren vaziyetler bütün bütün zulmü dağıtır, genişletir” diye izâh ettiği durumu andırıyor. (Divân-ı Harb-i Örfî, 44, Emirdağ Lâhikası, 38)
Yine Bediüzzaman’ın Divân-ı Harp’teki ifâdesiyle, “cerbeze (demagoji) ile, farklı zamanlardaki kusurların bir tek şahıstan ve tek bir merkezden işlenmiş gibi suç unsuru addedilmesi”ne benzer, istihbarat bültenleri gibi çıkan “gazetelerin (medyanın) aldatmalarıyla, mugalâtalarla, hatâlı ve yanlış söz ve safsatalarla “müdahin memurlarla (yardakçı bürokrasiyle)”, “dalkavuk zâbitler”le, “âdeta tenâsuh eden hafiyelik”le, istihbarat raporlarıyla, tek kanaldan yaygın algı operasyonuyla, insanların doğruyu düşünmesine fırsat bırakmayan şamatayla milletin zihninin iğfal olunmasını hatırlatıyor…