Onun acısını çekiyordum, cennete gidecekse benim gibi olmak, İslamı seçmek zorundaydı. Onu kurtarmak durumundaydım.”
Bu anekdotu bu hafta sonu Antakya’da katıldığım mezhep gerilimine barışçı çözümlerin tartışıldığı bir konferansta işittim. “Yüreğinin temizliğinden” zerre şüphe duymadığım bir tarihçimiz kendi hayat öyküsünden aktardı. Bu aslında gençliğinde çok sevdiği bir Hıristiyan arkadaşı ile ilgili aklından bir türlü çıkartamadığı, hatta takıntı haline getirdiği bir düşüncesiydi.
***
Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın “laikliği anayasadan çıkartıp dine dayalı anayasa yapma” çıkışı aklıma hemen bu anekdotu getirdi.
İlk bakışta “naif”, lakin özünde son derece “kibirli” bu bakış açısı elbette en iyi niyetli haliyle bile pek çoğumuz için kabul edilemez. Bir insan ister Müslüman, ister Hıristiyan olsun; ister “gök tengri”ye, “ışık tanrısına” yahut “jedi dinine” inansın, “cennet” hakikaten varsa, tutacağı yolu kendisini ilgilendirir. Yoksa yine kendisinin sorunudur. Birinin naifçe dile getirdiği bu bakış açısını, bir başkası “cennete gitmeyi hak etmediğinizden” hareketle sizi “cehenneme postalamak hakkı” olarak da anlayabilir. Suriye’de IŞİD’ci, Nusracı zihniyetin yaptığı gibi... Yani aradaki çizgi sanıldığı kadar kalın değil.
Dolayısıyla bizler için asıl mevzu, kişinin bu dünyada tuttuğu yol, herkesin inandığı gibi yaşayabileceği ortamın tesisi olabilir.